26 Mart 2010 Cuma

Köprüdekiler

Salon gayet pis. Sanırım kimse bu saatte -13:40- seyirci beklemiyor. Boş salona girdiğimde filme yirmi dakika daha var. Arka sıralara doğru yürüyorum ve kendime en güzel yeri seçmeye çalışıyorum. Önümde altı, arkamda ise üç sıra var. On beş koltuklu sıranın ortasındayım.

Makinist girdiğimi gördü sanırım. Daha doğrusu umarım. Ya beni yok sayıp filmi başlatmazlarsa. Ece Temelkuran'ın dediği gibi, "Türklerin sırada kaynak yağmalarının sebebi öne geçmek değil, yok sayılmamaktır." Doğru olma ihtimali olan bir önerme. Umarım beni yok saymazlar.

Dokuz lira verdim film için. Gişedeki kız somurtganca, "Salonda yalnız siz olabilirsiniz." dedi. Umarım kız haklı çıkar ve ben yalnız olurum. Dokuz ampül yanıyor şu an sadece benim için. Film başlayınca da bir sürü elektrik harcanacak. Muhtemelen sinema zarar edecek bu seans; benden dolayı.

An itibari ile filmin başlamasına yedi dakika var ve başımdaki dokuz ampül hala yanmakta. Reklam ya da fragman gösterilmiyor henüz. Acaba yok mu sayılıyorum? Bu endişe ile salondan çıktım ve yetkili buldum. Kapısı açık bir odada bilgisayar ile ilgileniyordu. Kapısını çaldım ve ilgisini kendime çektim. İçeri girmeden sordum " Filmin başlamasına beş dakika var ama herhangi bir haraket yok.". Yerinden kalkıp "Beş dakika sonra fragmanlar başlayacaktır." dedi. Teşekkürlerimi ilettim ve salondaki yerimi aldım. Ses tonum güvensizdi.

Sanırım son anlardayım. Filmin başlamasına iki dakika var ve makinist odasının ışığı yanmıyor...

Bir anda perdeye görüntü geldi -irkildim- ve tepemdeki dokuz ışık yavaşça söndü.

Filmin başlamasından önce televizyonda genelde rastladığım reklamlardan birkaçını izlerken, salona bir adam girdi. Beyazı daha yoğun kırçıllı saçları var adamın. Hızlı adımlarla arkama bir yere oturdu. Dönüp bakmaya çekindim.

Film başladı.

Birkaç ülkeden film şirketlerinin ortak yapımı olduğunu belirten bir yazı geçti.

Dört karakter üzerinde yoğunlaşmış, sakin bir film. Oyuncu seçimi hakkında birşey söylemek zor. Çünkü oynayanlar oyuncu değil sanırım. Deneysel sinema ya da belgesel tadı var. Teklemeden okunmuş bir tane bile diyalog yok. Yönetmen özellikle bu acemilikleri seçmiş belli ki.

Arkadaşlarımı ya da televizyonda gördüğüm insanları beyaz türk olmakla suçlayan ben; filmin henüz ilk on dakikasından sonra aynı suçlamayı kendime yaptım. Film karakterleriyle kendimi kıyaslayınca cidden bembeyaz bir türküm.

Filmdeki karakterlerden en çok trafik polisi olan adamı kendime yakın buldum. Yolda çiçek satan çocukları kovalarken nasılda çekingendi.

Otoyolda çiçek satan çocuğun içinde olduğu çıkmaz etkileyiciydi. Koltuk deynekleriyle yürüyen arkadaşı ise daha çok rol almalıydı. Arkadaşlarıyla bir rap şarkıyı söyledikleri sahne güzeldi.

Evli çiftin dilemması da bende bir farklı duygular oluşmasına sebep oldu. "Evden kim gidecek?" kısmı ise kesinlikle etkileyiciydi.

Hüzünlü bir filmdi. Hemde, hemen hemen her anındında. Boğaz Köprüsü çekimlerini çok beğendim. Bir de oda çekimlerini kapının dışından yapışlarındaki kapı vurgusunu.

Çiftin evindeki televizyonun kumandası zamanında bizim evde de olan digiturk kumandasıydı. Çizilen geçim zoruluğu resmine yakışmayan bir ayrıntıydı bence.

Film bitti.

Filmde emeği geçenler listesi akarken filmi beraber izlediğimiz adam hızla filmden çıktı. Üzerinde açık kahve rengi deri bir ceket vardı. Bu adamın mesleği olabilir mi? Sinemadaki tek kişi korsan çekim yapabilir, uyuşturucu kullanabilir ya da farklı uygunsuz davranışlarda bulunabilir. Adamın görevi beni kontrol etmekte bence. Sinemalarda gece görüşlü kameralar yoktur muhtemelen. Olsa birçok önsevişme kaydederdi ülkemde.

Hiç acele etmeden filmdeki cocuğun arkadaşı ile beraber söylediği rap şarkıyı dinledim ve perdeye doğru yürüdüm. Bileti kapının yanındaki çöpe attım ve salondan çıktım.

Hiç yorum yok: