16 Ağustos 2017 Çarşamba

2.

Pembe perdeli bir pencerenin tekinde beş yaşlarında küt sarı saçlı bir kız çocuğu, bahçede oyun oynayan kendinde birkaç yaş büyük çocuklara "Susun bee!", diye bağırıyor; bahçedeki çocuklardan biri annesinin hazırladığı peripellalı yarım ekmeği -%13 fındık- oyun daha önemli geldiği için bahçe duvarının üzerine bırakıyor; başında takkesi, dizinde kareli battaniyesi ve tekerlekli sandalyesi ile güneşlensin diye kaldırımın kenarına bırakılan yaşlı amcanın altına kaçırdığını kimse fark etmiyor; sokaktan geçen seçim arabası 90’ler pop bir şarkının berbat bir uyarlaması ile şehrin çirkinliğine çirkinlik katıyor; kağıt ve plastik toplayan yirmili yaşlardaki bir Suriyeli ise eski hayatıyla şimdiki hayatını kıyasladığında daha mutlu olduğunu ve tek eksiğinin evlenmek olduğunu düşüyor; tam o sırada da iki gündür aç olup bunu da fırsata çevirip oruç tutan Mehmet Sezai duvarın üzerindeki ekmeği alıp orucu bunla açarım deyip hızla uzaklaşıyordu.
Mehmet Sezai’nin ekmeği çaldığını penceredeki kız da, ekmeğin sahibi çocuk da, çocuğun annesi de, tekerlekli sandalyedeki amca da, seçim otobüsünün şoförü ve Suriyeli kağıt toplayıcısı da görmüş ama ses etmemişti.
Mehmet Sezai’nin açığının sebebi ise kaçıyor olmasıydı. Tüm polis teşkilatının onu izlediğinden çok emindi. Yirmi dört ay sırtında taş taşıyarak aldığı cep telefonunu takip edilmesin diye kırmaya kıyamamış; bulduğu iki bim poşetine sarıp çocukluğunu geçirdiği anneannesinin evinin arka bahçesine gömmüştü. Ne cebinde fazla parası, ne de sırtında ağır bir pişmanlığı vardı. “Yaptıysam yaptım”, diyordu mütemadiyen kendi kendine. Ve polisler onu yakalamaya geldiklerinde kaçmayacak, sadece arandığını bilmiyor gibi yapacaktı. Polis döver diye bir korkusu da yoktu. Pek rahmet okumadığı babası, sevgisini de; öfkesini de döverek gösteren hammaddesi odun bir adamdı. Konuşmama hakkını kullanacak, mahkemede de “Müsaadenizle bir şey söylemek istiyorum hakim bey” diyerek söz alıp; “Pişmanım”, deyip başını öne eğip iyi hal indirimi hayali kuracaktı. Bu çektiği açlığa ve strese değer mi diye düşünüyor ama teslim olacak gücü de kendin de bulamıyordu. İlk gece çöplükte, ikinci gece ise bir halı sahanın kenarındaki parkta uyumuş; sonra da parkı mesken etmişti. Zaten zayıf bir adamdı, çocukların oyun oynadıkları kaydırakların içindeki boru gibi şeylere rahatlıkla sığıyordu. Borular iyiydi, yeni yeni soğumaya başlayan gecenin rüzgarından insanı koruyordu ama zemin sert olduğu için de her yeri ağrıtıyordu. Teninin esmerliği kir göstermiyor ve belinin büküklüğü ise yorgunluğunu gizliyordu.
İftara ne kadar olduğunu tahmin etmek için güneşe baktı.
Daha var olmalıydı. Yürüdü yine manasızca. Elleri cebinde ve ağır ağır. Mümkün olduğunca da ara sokaklardan, güvenlik kameralarına yakalanmamaya gayret ederek. Zaten ne zaman bir mağazanın ya da MOBESE’nin önünden geçecek olsa eliyle gözlerini kapatıyordu.
Sıkılıyordu Mehmet Sezai. Hem de hiç sıkılmadığı kadar. Arkadaşları ya da birkaç akrabası ile konuşmayı çok istiyor ama yakalanırım korkusu ile buna cesaret edemiyordu. Cep telefonu da iki kat poşetin içerisinde toprak altındaydı. Telefonu yanında olsa en azından poker, 101 ya da okey oynar; hiç olmadı biraz candy crush ve türevleri ile vakit geçirirdi. O da olmadı sevdiği ama yâri olmayan kadınların hesaplarında gezer fotolarına bakardı. Hadi o da olmadı köyünün sayfasına girer, çocukluğunun geçtiği sokakların, ilkokulunun fotoğraflarına bakar anılara dalardı. Yalnızlık ve sıkkınlık başına vurdu Mehmet Sezai’nin; en çok da internetsizlik...
Adımları hızlandı, nefes alış verişleri dengesizleşti… Koşar adım yürüyor, önüne ne gelirse çekilmiyordu. Yaşlı bir kadına omuz attı resmen, yerdeki çöp poşetlerinin üstünden zıpladı, okuldan yeni çıkmış ilkokul çocuklarını Musa’nın Kızıldeniz’i yardığı gibi yardı, yerde miskin yatan köpeğe “Hoşt!” diye bağırdı, elektrik direğinin yanından tek elini tutup ‘Singing in the rain’’deki Gene Kelly gibi süzüldü ve birkaç dakika sonra kendini anneannesinin evini bahçesinde buldu.
Gömdüğü yer küçükken futbol oynadıklarında kale olan çam ağacının dibiydi. Kemiğini saklamış köpek vahşiliğinde toprağın bağrını delmeye başladı ve telefonunu çıkarttı. Ellerinin kumu ile de olsa açma tuşunu bastı. Pin kodu olarak 1910’u girdi. Sonra sırtını çam ağacına verdi, prepellalı ekmeğini çıkarttı ve bir yandan Facebook’ta gezerken bir yandan da ekmeğini yemeye başladı. Son birkaç günde neler olmuştu neler… Bazı arkadaşları ondan kahraman gibi bahsediyor, bazıları ise hiç bahsetmiyordu. Adına açılan grubun 143 üyesi vardı. Hemen kendi de üye oldu.
Sonra da ani bir kararlar, kendini engelleyemez bir şekilde yer bildirimi yapmaya karar verdi. “anneannesinin bahçesinde, polisten kaçıyor ve heyecanlı hissediyor ‘silah’ ‘koşan adam’ ‘polis’

Akşam ezanı hoparlörden hızlı hızlı okunmaya başladı. Ağzında ekmeğin son lokması vardı. Çiğnemeyi bıraktı önce, birkaç saniye sonra da ağzındaki lokmayı tükürdü ve kendi kendine sordu Mehmet Sezai “Ben ne yapıyorum?”

Hiç yorum yok: