Pembe perdeli bir pencerenin tekinde beş yaşlarında
küt sarı saçlı bir kız çocuğu, bahçede oyun oynayan kendinde birkaç yaş büyük
çocuklara "Susun bee!", diye bağırıyor; bahçedeki çocuklardan biri
annesinin hazırladığı peripellalı yarım ekmeği -%13 fındık- oyun daha önemli
geldiği için bahçe duvarının üzerine bırakıyor; başında takkesi, dizinde kareli
battaniyesi ve tekerlekli sandalyesi ile güneşlensin diye kaldırımın kenarına
bırakılan yaşlı amcanın altına kaçırdığını kimse fark etmiyor; sokaktan geçen
seçim arabası 90’ler pop bir şarkının berbat bir uyarlaması ile şehrin
çirkinliğine çirkinlik katıyor; kağıt ve plastik toplayan yirmili yaşlardaki
bir Suriyeli ise eski hayatıyla şimdiki hayatını kıyasladığında daha mutlu
olduğunu ve tek eksiğinin evlenmek olduğunu düşüyor; tam o sırada da iki gündür
aç olup bunu da fırsata çevirip oruç tutan Mehmet Sezai duvarın üzerindeki
ekmeği alıp orucu bunla açarım deyip hızla uzaklaşıyordu.
Mehmet Sezai’nin ekmeği çaldığını penceredeki kız
da, ekmeğin sahibi çocuk da, çocuğun annesi de, tekerlekli sandalyedeki amca
da, seçim otobüsünün şoförü ve Suriyeli kağıt toplayıcısı da görmüş ama ses
etmemişti.
Mehmet Sezai’nin açığının sebebi ise kaçıyor
olmasıydı. Tüm polis teşkilatının onu izlediğinden çok emindi. Yirmi dört ay
sırtında taş taşıyarak aldığı cep telefonunu takip edilmesin diye kırmaya
kıyamamış; bulduğu iki bim poşetine sarıp çocukluğunu geçirdiği anneannesinin
evinin arka bahçesine gömmüştü. Ne cebinde fazla parası, ne de sırtında ağır
bir pişmanlığı vardı. “Yaptıysam yaptım”, diyordu mütemadiyen kendi kendine. Ve
polisler onu yakalamaya geldiklerinde kaçmayacak, sadece arandığını bilmiyor
gibi yapacaktı. Polis döver diye bir korkusu da yoktu. Pek rahmet okumadığı
babası, sevgisini de; öfkesini de döverek gösteren hammaddesi odun bir adamdı.
Konuşmama hakkını kullanacak, mahkemede de “Müsaadenizle bir şey söylemek
istiyorum hakim bey” diyerek söz alıp; “Pişmanım”, deyip başını öne eğip iyi
hal indirimi hayali kuracaktı. Bu çektiği açlığa ve strese değer mi diye
düşünüyor ama teslim olacak gücü de kendin de bulamıyordu. İlk gece çöplükte,
ikinci gece ise bir halı sahanın kenarındaki parkta uyumuş; sonra da parkı
mesken etmişti. Zaten zayıf bir adamdı, çocukların oyun oynadıkları
kaydırakların içindeki boru gibi şeylere rahatlıkla sığıyordu. Borular iyiydi,
yeni yeni soğumaya başlayan gecenin rüzgarından insanı koruyordu ama zemin sert
olduğu için de her yeri ağrıtıyordu. Teninin esmerliği kir göstermiyor ve belinin
büküklüğü ise yorgunluğunu gizliyordu.
İftara ne kadar olduğunu tahmin etmek için güneşe
baktı.
Daha var olmalıydı. Yürüdü yine manasızca. Elleri
cebinde ve ağır ağır. Mümkün olduğunca da ara sokaklardan, güvenlik
kameralarına yakalanmamaya gayret ederek. Zaten ne zaman bir mağazanın ya da
MOBESE’nin önünden geçecek olsa eliyle gözlerini kapatıyordu.
Sıkılıyordu Mehmet Sezai. Hem de hiç sıkılmadığı
kadar. Arkadaşları ya da birkaç akrabası ile konuşmayı çok istiyor ama
yakalanırım korkusu ile buna cesaret edemiyordu. Cep telefonu da iki kat
poşetin içerisinde toprak altındaydı. Telefonu yanında olsa en azından poker,
101 ya da okey oynar; hiç olmadı biraz candy crush ve türevleri ile vakit geçirirdi.
O da olmadı sevdiği ama yâri olmayan kadınların hesaplarında gezer fotolarına
bakardı. Hadi o da olmadı köyünün sayfasına girer, çocukluğunun geçtiği
sokakların, ilkokulunun fotoğraflarına bakar anılara dalardı. Yalnızlık ve
sıkkınlık başına vurdu Mehmet Sezai’nin; en çok da internetsizlik...
Adımları hızlandı, nefes alış verişleri
dengesizleşti… Koşar adım yürüyor, önüne ne gelirse çekilmiyordu. Yaşlı bir
kadına omuz attı resmen, yerdeki çöp poşetlerinin üstünden zıpladı, okuldan
yeni çıkmış ilkokul çocuklarını Musa’nın Kızıldeniz’i yardığı gibi yardı, yerde
miskin yatan köpeğe “Hoşt!” diye bağırdı, elektrik direğinin yanından tek elini
tutup ‘Singing in the rain’’deki Gene Kelly gibi süzüldü
ve birkaç dakika sonra kendini anneannesinin evini bahçesinde buldu.
Gömdüğü yer küçükken futbol oynadıklarında kale olan
çam ağacının dibiydi. Kemiğini saklamış köpek vahşiliğinde toprağın bağrını
delmeye başladı ve telefonunu çıkarttı. Ellerinin kumu ile de olsa açma tuşunu
bastı. Pin kodu olarak 1910’u girdi. Sonra sırtını çam ağacına verdi,
prepellalı ekmeğini çıkarttı ve bir yandan Facebook’ta gezerken bir yandan da
ekmeğini yemeye başladı. Son birkaç günde neler olmuştu neler… Bazı arkadaşları
ondan kahraman gibi bahsediyor, bazıları ise hiç bahsetmiyordu. Adına açılan
grubun 143 üyesi vardı. Hemen kendi de üye oldu.
Sonra da ani bir kararlar, kendini engelleyemez bir
şekilde yer bildirimi yapmaya karar verdi. “anneannesinin bahçesinde, polisten
kaçıyor ve heyecanlı hissediyor ‘silah’ ‘koşan adam’ ‘polis’
Akşam ezanı hoparlörden hızlı hızlı okunmaya
başladı. Ağzında ekmeğin son lokması vardı. Çiğnemeyi bıraktı önce, birkaç
saniye sonra da ağzındaki lokmayı tükürdü ve kendi kendine sordu Mehmet Sezai
“Ben ne yapıyorum?”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder