Linçin
İçi
-David Lynch’e-
Sese uyandım. Sese
koştum. Karım da uyandı ama o evde kaldı. Bir yıldır işsizdim, sekiz aydır da isteksiz.
Sese koştum. Ellerinde meşale olan insanlar vardı. Küfür ediyor, lanet
okuyorlardı. Ben de sürüye uydum. Arkamdan da benim gibi adamlar koşuyordu.
Hepimizin üstünde beyaz atlet, altımızda eski bir pijama altı ve ayaklarımızda
terlik vardı. Halaoğlumu gördüm. Bağırırken ağzından salyalar fışkırıyordu.
Yazlarımız çok sıcak, kışlarımız ise az sıcaktı. Yazlıkçılar gıcıktı. Suriyeliler
Suriyeliydi. Biz yerli halk ise fakir ve menfaatçiydik. Bir de jandarma vardı.
Jandarmanın imanı gevşekti.
Biz dağlardaydık;
jandarma da, Suriyeliler de, yazlıkçılar da bize göre kıyıdaydı. İstikametimize
bakılırsa hepsine doğru yürüyor olabilirdik. Ben hiçbirini sevmiyordum, daha
doğrusu biz hiçbirini sevmiyorduk. Solumda Abidin’i gördüm. Daha önce bana
bıçak çekmişliği, başkasını bıçakladığı içinse hapis yatmışlığı vardı. Az
yavaşladım, Abidin’in önden gitmesi daha hayırlıydı. Elinde balta vardı. Abidin
isterse baltalardı.
Jandarma karakoluna
yaklaştıkça yavaşladık. Hep bir ağızdan;
“Ne mutlu Türk’üm
diyene!”, diye bağırmaya başladık.
Karakola saldıracak
mıydık çok merak ettim. Aslında fena olmazdı. Hak ediyorlardı. Ben bahçeden
içeri girecektim ama daha içerisine asla. Yolun sonunda jandarma bizi
karşıladı. On tane falan er bir de çavuş. Durmadık, itip geçtik, karakola da
dönmedik. Aramıza aldığımız jandarmalardan birine omuz attım, yere düştü. Kim
olduğumu anlamasın diye dönüp bakmadım.
Yürümeye devam ettik.
Terlemiş ayaklarımız, terliklerimize yapıştığından şlap şlap sesler çıkartan
bir kalabalığa dönmüştük. Önümüzde Suriyeliler vardı; devlet, memurları tatile
gelsin diye yaptırdığı misafirhaneye yerleştirmişti o vatansızları. Ama onlar
boş yazlıkları da gasp etmişlerdi. Üç de bir fiyatına sigortasız
çalışıyorlardı, bağıra çağıra Arapça konuşuyorlardı, hepsi bıçakla geziyordu,
üstüne üstlük leş gibi de kokuyorlardı. Çoğumuz onlar yüzünden işsizdik.
Muhtemelen Suriyeliler’e saldıracaktık. Bence hiçbir sakınca yoktu.
Misafirhanenin önünde bizi beklerlerken gördük onları. En az bizler kadar
kalabalıklardı ve ellerinde Türk bayrağı vardı, yavaşladık yine ve bağırmaya
başladık.
“Türkiye bizimdir, bizim
kalacak!”
Hiçbir şey demeden
sopalarına davrandılarsa da ilk hareketi bizden beklediler. Bizse bir şey
yapmadan yanlarından geçtik gittik. Yine arkamıza bakmadık. Arkamızdan ne
yaptılar bilemiyorum. Korkmuş da olabilirler, gülmüş de.
Sırada yazlıkçılar
vardı! Benim en köklü nefretim onlara karşıdır hep. İlk dayağımı da onlardan
yedim, sevdiğim kızları da hep onlar kaptı. Evlerinde çalıştım, paramı
vermediler; horladılar, aşağıladılar. Yılda üç ay kaldılar ama on iki aylık acı
çektirdiler bana. Aşağılık zenginler! Diskolarına almadılar hiç beni,
konuşmamla hep dalga geçtiler, çatılarını temizlediğim zaman öğlen yemeği bile
vermeyenleri oldu. Ben yazlıkçı dövmek ve yazlık yakmak istiyordum. Her damla
kanımla ve her damla terimle bunu istiyordum.
İtmeye başladım önümdekileri ve en öne doğru çıktım. Birinin elindeki sopayı
aldım sertçe, kim olduğuna dikkat etmedim.
Yazlıkçılar da yollara
çıkmışlardı; kadınlı, erkekli. Üstlerinde şortları, Adidas ya da nike marka
askılı tişörtleri, ayaklarında parmak arası terlikleri ve ellerinde sigaraları
vardı. Gülüyor ve merakla izliyorlardı bizi. Kıçımızı da yırtsak umurlarında
değildi. Hem bunlara karşı atacak sloganımız yoktu. Bunlar da Türk’tü. Döndüm
arkama baktım, kalabalığımız da biraz azalmış gibiydi. Tabi hala aramızda bir
işi olanlar bunların eline bakıyordu. Benim özellikle kafasını yarmak istediğim
bir yazlıkçı vardı ve şansıma en önde bizi izliyor, o leş gibi kokan porusunu
içiyordu. Derin bir nefes aldım içimden “Allahım affet!” dedim ve tam ona doğru
davranacaktım ki; Deli Cevdet bir anda bağırdı “Tekbiiiiiiiiir!”
Anında cevap verdik.
“Allaaaahu ekbeeeer!”
“Tekbiiiiiiiiiir!”
“Allaaaahu ekbeeeer!”
Tekbirler beni
durdurdu, kafasını yaramadım ensesi kalının. Birkaç tekbirden sonra baktım ki
yazlıkçıları da geçmişiz ve sahile varmışız. Ayaklarım kumlara batıyor ve
parmaklarımın arasına kumlar giriyordu. Oldum olası sevmediğim yerde,
denizdeyim.
Yavaş yavaş denize
girdik. Önce ayaklarımız, sonra diz kapaklarımıza kadar. İyi yüzenlerimiz
açıldı. Çoğu sahil çocuğu gibi benim denizle çok aram yoktur. Ben belime kadar
gelen yerde durdum. Soğuk su iyi geldi. Bir durulduk. Birbirimize su
fışkırttık, deve güreşi yaptık, çılgınlar gibi gülüyorduk ama ortada bir tane
dahi şaka yoktu. Deli Cevdet bana “Bacaklarını aç” dedi, ben de açtım; daldı ve
bacaklarımın arasından geçti, sonra da beni omzuna aldı. Güneş doğana kadar
denizde eğlendik, hava aydınlanmaya başlayınca da çıktık ve evlerime doğru yine
hep beraber yürüdük. Dönüş yolunda bizi bekleyen kime yoktu, ondan hiç slogan
atmadık.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder