3 Eylül 2015 Perşembe

Linçin İçi

Linçin İçi
-David Lynch’e-
Sese uyandım. Sese koştum. Karım da uyandı ama o evde kaldı. Bir yıldır işsizdim, sekiz aydır da isteksiz. Sese koştum. Ellerinde meşale olan insanlar vardı. Küfür ediyor, lanet okuyorlardı. Ben de sürüye uydum. Arkamdan da benim gibi adamlar koşuyordu. Hepimizin üstünde beyaz atlet, altımızda eski bir pijama altı ve ayaklarımızda terlik vardı. Halaoğlumu gördüm. Bağırırken ağzından salyalar fışkırıyordu. Yazlarımız çok sıcak, kışlarımız ise az sıcaktı. Yazlıkçılar gıcıktı. Suriyeliler Suriyeliydi. Biz yerli halk ise fakir ve menfaatçiydik. Bir de jandarma vardı. Jandarmanın imanı gevşekti.
Biz dağlardaydık; jandarma da, Suriyeliler de, yazlıkçılar da bize göre kıyıdaydı. İstikametimize bakılırsa hepsine doğru yürüyor olabilirdik. Ben hiçbirini sevmiyordum, daha doğrusu biz hiçbirini sevmiyorduk. Solumda Abidin’i gördüm. Daha önce bana bıçak çekmişliği, başkasını bıçakladığı içinse hapis yatmışlığı vardı. Az yavaşladım, Abidin’in önden gitmesi daha hayırlıydı. Elinde balta vardı. Abidin isterse baltalardı.
Jandarma karakoluna yaklaştıkça yavaşladık. Hep bir ağızdan;
“Ne mutlu Türk’üm diyene!”, diye bağırmaya başladık.
Karakola saldıracak mıydık çok merak ettim. Aslında fena olmazdı. Hak ediyorlardı. Ben bahçeden içeri girecektim ama daha içerisine asla. Yolun sonunda jandarma bizi karşıladı. On tane falan er bir de çavuş. Durmadık, itip geçtik, karakola da dönmedik. Aramıza aldığımız jandarmalardan birine omuz attım, yere düştü. Kim olduğumu anlamasın diye dönüp bakmadım.
Yürümeye devam ettik. Terlemiş ayaklarımız, terliklerimize yapıştığından şlap şlap sesler çıkartan bir kalabalığa dönmüştük. Önümüzde Suriyeliler vardı; devlet, memurları tatile gelsin diye yaptırdığı misafirhaneye yerleştirmişti o vatansızları. Ama onlar boş yazlıkları da gasp etmişlerdi. Üç de bir fiyatına sigortasız çalışıyorlardı, bağıra çağıra Arapça konuşuyorlardı, hepsi bıçakla geziyordu, üstüne üstlük leş gibi de kokuyorlardı. Çoğumuz onlar yüzünden işsizdik. Muhtemelen Suriyeliler’e saldıracaktık. Bence hiçbir sakınca yoktu. Misafirhanenin önünde bizi beklerlerken gördük onları. En az bizler kadar kalabalıklardı ve ellerinde Türk bayrağı vardı, yavaşladık yine ve bağırmaya başladık.
“Türkiye bizimdir, bizim kalacak!”
Hiçbir şey demeden sopalarına davrandılarsa da ilk hareketi bizden beklediler. Bizse bir şey yapmadan yanlarından geçtik gittik. Yine arkamıza bakmadık. Arkamızdan ne yaptılar bilemiyorum. Korkmuş da olabilirler, gülmüş de.
Sırada yazlıkçılar vardı! Benim en köklü nefretim onlara karşıdır hep. İlk dayağımı da onlardan yedim, sevdiğim kızları da hep onlar kaptı. Evlerinde çalıştım, paramı vermediler; horladılar, aşağıladılar. Yılda üç ay kaldılar ama on iki aylık acı çektirdiler bana. Aşağılık zenginler! Diskolarına almadılar hiç beni, konuşmamla hep dalga geçtiler, çatılarını temizlediğim zaman öğlen yemeği bile vermeyenleri oldu. Ben yazlıkçı dövmek ve yazlık yakmak istiyordum. Her damla kanımla ve  her damla terimle bunu istiyordum. İtmeye başladım önümdekileri ve en öne doğru çıktım. Birinin elindeki sopayı aldım sertçe, kim olduğuna dikkat etmedim.
Yazlıkçılar da yollara çıkmışlardı; kadınlı, erkekli. Üstlerinde şortları, Adidas ya da nike marka askılı tişörtleri, ayaklarında parmak arası terlikleri ve ellerinde sigaraları vardı. Gülüyor ve merakla izliyorlardı bizi. Kıçımızı da yırtsak umurlarında değildi. Hem bunlara karşı atacak sloganımız yoktu. Bunlar da Türk’tü. Döndüm arkama baktım, kalabalığımız da biraz azalmış gibiydi. Tabi hala aramızda bir işi olanlar bunların eline bakıyordu. Benim özellikle kafasını yarmak istediğim bir yazlıkçı vardı ve şansıma en önde bizi izliyor, o leş gibi kokan porusunu içiyordu. Derin bir nefes aldım içimden “Allahım affet!” dedim ve tam ona doğru davranacaktım ki; Deli Cevdet bir anda bağırdı “Tekbiiiiiiiiir!”
Anında cevap verdik. “Allaaaahu ekbeeeer!”
“Tekbiiiiiiiiiir!”
“Allaaaahu ekbeeeer!”
Tekbirler beni durdurdu, kafasını yaramadım ensesi kalının. Birkaç tekbirden sonra baktım ki yazlıkçıları da geçmişiz ve sahile varmışız. Ayaklarım kumlara batıyor ve parmaklarımın arasına kumlar giriyordu. Oldum olası sevmediğim yerde, denizdeyim.

Yavaş yavaş denize girdik. Önce ayaklarımız, sonra diz kapaklarımıza kadar. İyi yüzenlerimiz açıldı. Çoğu sahil çocuğu gibi benim denizle çok aram yoktur. Ben belime kadar gelen yerde durdum. Soğuk su iyi geldi. Bir durulduk. Birbirimize su fışkırttık, deve güreşi yaptık, çılgınlar gibi gülüyorduk ama ortada bir tane dahi şaka yoktu. Deli Cevdet bana “Bacaklarını aç” dedi, ben de açtım; daldı ve bacaklarımın arasından geçti, sonra da beni omzuna aldı. Güneş doğana kadar denizde eğlendik, hava aydınlanmaya başlayınca da çıktık ve evlerime doğru yine hep beraber yürüdük. Dönüş yolunda bizi bekleyen kime yoktu, ondan hiç slogan atmadık.

Hiç yorum yok: