26 Mayıs 2015 Salı

25 mayıs 2015 dolu yağışı

İki yıl kadar önce not defterime neresinin başı neresinin kıçı olduğu ayrımını bir türlü yapamayan bir solucan hikayesine başlamaya çalışmıştım ama olmamıştı. Yazacak bir şeyler bulamadığım zamanlarda da denedim ama bir türlü yürümedi hikaye. Arada birkaç kez Nazlı'ya bahsetmiştim sanırım, hiç unutmuyorum bir gazete kenarına "sol u can" yazmış öyle uzun süre bakmıştım ama bir şey çıkmamıştı. Öyle bir de, karlı bir kış gecesi babasını öldürüp ormanlık alana gömmeye kalkan ama kardan ve toprağın buz tutmasından kazamayan bir adamın hikayesi var. Hatta hikayenin içinde Duman'ın Helal Olsun'dan sözler yerleştirecektim. Özellikle de "Ellerimde kan var" kısmını -şarkıda öyle bir kısım yok ama ben öyle söylüyorum-. Cesedi gömemeyip, karların arasında bırakıp gitmeye karar verip, arabasını çalıştırdığında da aynı şarkı çalacaktı...

Neyse.

-Sanırım yukarıda bir türlü yazamadığım hikayelerden bahsetmenin huzurunu yaşadım-

Öğlen üç gibi dolu başladığında hemen balkonda çıktım, çok sağlam yağıyordu. Pat küt, çat çut ve cam kırılma sesleri falan... Doğa bizi bombardımana tutuyordu. Aklıma kıyamet de, ebabil kuşları da geldi. Hatta Öykü'ye hemen bundan bahsettim tüm çok bilmişliğimle. "Dayı içeri girsene", diyordu ama ben balkonda o heyecanın tadını çıkartmak istiyordum. Ankara'ya dolu bu mevsimde yağardı ama birkaç yılda bir ve çok değil; iki, üç bilemedin beş dakika. Balkonda güvendeydim ve adrenalini yaşamak istiyordum, tıpkı birleşmiş milletler ideali uğruna Kore'ye ölüme gönderilmiş dedemin havan topları arasında yaşadıklarını hissetmek ister gibi. Hemen ayağımın yanına bir dolu düştü. Yağmur tanelerinin birbirine çarpmamasıyla ilgili bir şeyler duymuştum ama elimdeki dolu sekiz on tane nohut tanesinin birleşmesinden meydana gelmiş voltranvari bir doluydu ve bir anda nasıl olduysa bir tanesi koluma geldi.

Acayip canım yandı. Hatta acısı diğer gün ben bunları yazarken hala devam ediyor.

İçeri kaçtım ve hemen baktım; kanamıyordu ama moraracağı aşikardı. Çok korkmuştum, koşmakran canı çıkmış bir köpek gibi nefes alıyordum. Her canım yandığında birilerini suçladığımı fark ettim "şunun yüzünden!", "bunun yüzünden!" Şimdi biraz kendimi suçluyordum ama korunaklı bir yerdeydim. İnsan doğayı, bir doğa olayını suçlayamıyor. Aklıma depremler ve tusunamiler geldi. Bir insan doğaya isyan edebilir miydi? Ben etmedim. Deprem olsa ve sağ kalsam? Yoo Halil Sezai'den gelmesin "İsyeaaannnn"

Solucanlara döneyim. Dolu durunca hasar tespitine başladık herkes gibi. Yarım saati aşkın yağan dolu birkaç evin ve arabanın camını kırmıştı. Benimse öğlenden önce kitap okuduğum plastik sandalyem yaralanmıştı ama hala kullanılabilir durumdaydı. Ağaçlar çok yaprak dökmüştü, çam ağaçlarının kozalakları da yerdeydi ve bahçedeki su birinktisinde birkaç parça olmuş iri ve uzun bir solucanın cesedi yatıyordu. Dolu olmasa çocukların işi derdim çünkü çocukluğumda yerden bulduğumuz tahta parçaları ile birkaç solucan parçalamansına şahit olmuş sonra da kendim denemiştim. Kırkayak öldürüp içinden yeşil sıvı çıktığını da hatırlarım.

Hava nispeten sıcak olduğundan yere düşen ilk dolular hemen sulaşmış ve o suları toprak emmiş; toprak suyu emince yuvası su dolan solucanlar dışarı çıkmak zorunda kalmış, bitmek bilmeyen dolu bombardımanından kaçacak yerleri olmadığından da paramparça olmuşlardı. Önümde dört parçaya bölünmüş bir solucan cesedi yatıyordu ama neresi solucanın başı neresi kıçı bilemediğim gibi önümde kaç solucanın cesedi yattığının da ayrımına varamıyordum.

Hiç yorum yok: