4 Ocak 2015 Pazar

Böyle Bir Dünyaya Çocuk Getirmek İstemek

Böyle Bir Dünyaya Çocuk Getirmek İstemek

Bir sabah kalktığımda herkes taş olmuş.

Bağırdım, çağırdım, delirdim, yardım istedim; polisi, ambulansı itfaiyeyi hatta jandarmayı aradım kimse açmadı; sokağa çıktım, koştum, hemen kimse yoktu. Arabaya atladım karakola gittim herkes heykel gibi duruyordu.  Eve dönerken baktım birkaç tinerci de öyle taş olmuş kalmışlardı. Hastaneye gittim baktım, durum aynıydı. Ben de eve geri döndüm.
-
Televizyonu açtım, hiçbir şey yoktu. İnternetten haberlere bakmak istedim, geceki haberler duruyordu. Kabus dedim içimden, üstüme battaniyemi çekip kanepede uyudum; uyandığımda hava kararmak üzereydi ama hayat hala yoktu. Şehri dolaşmak için arabaya atladım. Çeyrek depo benzinim vardı. Öyle dolanmaya başladım; bir hayat belirtisi bulmak için. Bulamadım. Bir kamyon bir binaya çarpmıştı; gittim baktım şoför de heykeldi. Yollarda öyle birkaç kaza daha gördüm. Baktım benzinim bitiyor, arabayı kenara çektim ve kenarda gördüğüm iktidarsız mütahhit jiplerinden birinin kapısını tornavidayla açtım, alarm öttü ama umurumda olmadı, çakımla da kontağı çevirdim ve yola devam ettim. Eskiden araba hırsızıydım. İşi hobisi olan şanslı insanlardandım. Şimdi ise yaptığıma hırsızlık denemez. heykellerin arabalarına  biniyorum o kadar.

Deposu boşalana kadar jiple gezdim. Bindiğim araba ne kadar iyiyse kendimi o kadar iyi hissederim zaten. Sonra başka bir jipe bindim. Zengin semtlerinden spor araba ararken onu gördüm. İrlanda yeşili bir vosvos, namı değer kaplumbağa. Dayanamadım, indim ve incitmeden kapısını açtım. Düz kontağını incitmeden yaptım ve eve döndüm. Hep böyle bir araba sürmek istemiştim.

Annemle babama baktım tekrar. Asla masum sayılmazlardı ama masumca uyurken öyle kalmışlardı. Onları uygunsuz bir durumda görmediğim için şükrettim. Sonra şükür mekanizmasını kafamda tarttım. Bir karar varamadan uykuya dalacaktım ki, elektrikler bir daha geri dönmemek üzere gitti. Kombi de haliyle söndü. Yorganımın üstüne annemle babamın üstündeki yorganı da alarak uyudum. Sanırım yeni bir eve çıkmanın vakti gelmişti.
-
Uyandığımda dizlerim ağrıyordu. Hemen bir arabaya bindim ve kaloriferini açıp havayı dizlerime verdim. Karnım da açıkmıştı, bir süpermarkete altımdaki arabam ile girdim. Patates cipsi ve kola aldım. Daha önce hiç patates cipsi ile kahvaltı yapmamıştım. Büyük felaketin küçük avantajlarıydı bunlar, tüm arabalar benimdi. Belki tek değilimdir diye düşündüm. Başka bir araba patlattım ve bu sefer arabanın ses sistemi olmasına dikkat ettim. Arabadan daha pahalı ses sistemi olan bir varoş arabasına bindim, torpidosundaki karışık cd’yi takıp sokaklarda çıstak çıstak gezmeye başladım. Zaten şehir sessizdi, belki biri sesimi duyabilirdi. Hem belki o biri çok güzel bir kız olurdu. İşte tam bu hayalleri kurarken  dikiz aynasından arkadan koşan onu gördüm. Akıl hastanesinden kaçmışlar gibiydi. Döndüm ve yaklaştıkça canım sıkıldı. Gelen Arzu’ydu.

Arzu kimdir: 23.f.ankara.Arzu benim candüşmanımdır. Hayatta en sevmediğim kadın hatta insandır.

Arzu’yu neden sevmiyorum: Arzu ile yaşıtız; aynı sokakğın çocuğuyduk sonra aynı sınıfın öğrencisi olduk. Sonra ergenlik falan derken ben Arzu’yla sevgili olmak istedim, tamamen hormonal. O da beni tüm sokağa rezil etti. Hem reddetti hem de bunu herkese söyledi. Hatta insanlar adımı unuttu, Arzu’nun reddettiği tip, olarak anar oldu. Tabi sonra da araba hırsızı olarak. Gerçi bazları da tekkaş der. Neyse...

Ben de ona yaklaşınca aynı ifadeyi onun suratında gördüm. Durum benim için olduğu kadar onun için de hayal kırıklığıydı. Beni o uzun rencide dolu reddedişinin sonunda “Dünyada bir sen bir de ben kalsak yine bu iş olmaz” demişti. Haklıydı da.

Beni görür görmez, senden başka kimse var mı?, dedi. Ben de yok, dedim. Uzun bir sessizlik oldu. Dışarı soğuktu, altında kalpli pijaması üstünde montu vardı ama arabaya binmek istemedi düşündü biraz ve sonra bildiklerimi bana anlatmaya başladı. Yaklaşık yirmi dakika anlattı. O anlattıkça benim öfkem çözülmeye başladı. Bir kişi daha olsa basıp giderdim belki de...

Üşürsün, atla arabaya, bir yol bulalım, dedim. Eve uğraması gerekliymiş, evine gitti ve benim kırk dakika bekletti, küçük bir bavul hazırlamıştı ve saçlarını taramıştı. Ben bu işlerden pek çakmam ama sanırım birazcık makyaj bile yapmış olabilir. Çantasını arka koltuğa attı ve ne yapacağız?, dedi. Düşündük biraz, üç ihtimalimiz vardı.

1.      Arabada duracaktık, benzin bittikçe yeni arabaya geçerek ısınacaktık.
2.      Varoş mahallesinde sobalı bir eve gidecektik ve öyle ısınacaktık.
3.      Sosyete mahallesinde jenaretörü olan bir eve gidip orada takılacaktık.

Elbette üçüncü seçeneğe karar verdik. Evi bulmak kolay ama kapıyı açmak zordu. Yarım saat sonra başardım. Klimayı açtık, evi ısıttık; banyo yapıp, dvd’de film bile izledik. Ama az konuştuk.  Ev sahipleri yataklarında heykel olmuşlardı. Kanepede uyuduk bizde.
-
Heykeller çok ağır değildi. Ev sahiplerini rahatlıkla taşıdık ve bahçeye koyduk. Bahçede çok daha dekoratif durdular. Gerçi anneyi yüzme havuzuna düşürünce bir kötü oldum. Kadınının kafası kolu ayrıldı. Ama bilerek yapmadım. Gerçekten de. Hem zaten ölüydü. Bir şekilde taş olmuştu ve ben bunun sorumlusu değildim. Eğer bir gün tüm taş olanlar normale dönerlerse, kadıncağız o an ölecek ne yazık ki...

İşte böyle birkaç gün geçti. Meslekteki ilk günlerimde olduğu gibi arabalardan benzin çalıp jenaretöre koyuyordum. Sonra sokaklarda başkası var mı umuduyla dolanıyordum. Arzu ise evdeydi ve onunla evde yaşamak cehennem gibiydi. Böyle bir durumda, en azından türün devamlılığını sağlamak amacı ile bir uyarılmam gerekliydi ama hiç öyle hissetmiyordum. Mesafeli şekilde yaşıyorduk. Ben her sabah patates cipsi ve kola ile kahvaltı yapıyordum o ise diyet sütüne diyet mısır gevreği döküyordu.

Başkaları... Başka şehirlerde hayat vardır belki, dedim. Hadi İstanbul’a gidelim. Çaresiz teklifime uydu, yalnız kalmayı göze alacak durumda değildi, yarım saat sonra yola çıktık. Hızla girdiysem de İstanbul’a durum Ankara’dan farksızdı. Sadece sokaklarda daha çok heykel vardı o kadar. Boğaz Köprüsü'nde kazalar yolu kapatmıştı, yürüyerek geçmek zorunda kaldık. Sonra bir yalıya yerleştik az benzin lazım olsun diye küçük bir yalıya. Evde yaşayanları taşırken yine bir sakarlık yaptım. Sakarım biraz, ne yapabilirim? Bu sefer evin uşağının kolu koptu.

Evin kadının kıyafetleri tam Arzu’ya, evin erkeğinin kıyafetleri tam bana uygundu. Jilet gibi takım elbiselerle geziyordum, Arzu ise takıp takıştırıyordu. Kadının mücevherlerini bozdursan Afrika'da birkaç hafta açlık olmazdı.
-
Bir sabah kahvaltıda biraz heykel kıralım mı?, dedi Arzu. Boş boş bakınca ben, anlatmaya devam etti. Çok sıkılıyordu ve hayatında biraz renge ihtiyacı vardı. Çok sinirli olduğu insanlar vardı ve onlar heykeldi, bozulmayacaktı. Ama ikimiz ölürsen çürüyecektik ve yok olacaktık. Buna izin veremezdik. İkna oldum. İlk sen, dedim. Cevabı zaten hazırdı, tek nefeste Meri dedi. Ben de tanıyordum Meri’yi, gerçek adı Meryem’di ve avrupayi bir güzelliği olduğu için herkes ona Meri derdi. Sokağın, mahallenin, okulun hatta belki şehrin en güzel gözleri ondaydı. Son model spor bir arabaya atlayıp hemen yola koyulduk. Tam bir saat yirmi dakika sonra Meriler'in evlerinin kapısını kırıyordum. İçeri girdiğimizde Arzu Meri’yi yatağında buldu. Aynı kalpli pijamalardan onda da vardı.  Siyah sütyen  askısı öyle seksi duruyordu ki, kızın heykeli bile bir acayipti. Arzu hemen çantasını açtı ve bir matkap çıkarttı. Şaşkınlıktan küçük dilimi yutabilirdim. Maktapla önce Meri’nin gözlerini oydu, sonra da yavaş yavaş boynunu kopardı ve dönüp bana baktı. Korktuğumu kabul ediyorum. Sen kimin heykelini kıracaksın?, dedi. O ana kadar bir ismi netleştirmemiştim ama korku zihnimi tetikledi, benimki yakın, Komiser Yardımcısı Efkan, dedim.

Komiser Yardımcısı Efkan beni ilk yakalayan, beni ilk döven, bana ilk kez söven, beni salya sümük ilk kez ağlatan  ve ilk kez kendine yalvartan adamdı. Bir insan ne kadar çok dövülebilirse, o kadar çok dövmüştü beni. Karakola gittik, yoktu. Kuduz köpekler gibi koşuşturuyorduk Arzu’yla. Evrakları taradık, ev adresini bulduk gittik, evde de yoktu. Karakolun mahallesindeki devriye arabalarını aramak aklımıza geldi. Sonra bir parkta ağacın altında Efkan'ı bulduk. Üstünde polis üniforması, elinde bira şişesi polis arabasının kaputunda içerken donmuştu. Silahını aldım ve biraz çekilip tüm şarjörü üstüne boşalttım. Sonra hızımı alamadım. Yanındaki polisin silahındakileri de boşalttım. Kötü nişancıydım, büyük kısmı karavanaydı. Karakola gittim ve toplayabildiğim kadar silahı topladım. En sonunda kafası paramparça oldu ve  koptu. Ama elindeki bira şişesi kırılmamıştı
-
Arzu hiç tanımadığım ve hakkında konuşmak istemediği bir kızı, ben eskiden çok ses yapan üst komşumuzu, Arzu hakkında konuşmak istemediği bir adamı, ben eski patronumu, Arzu kuaförünü, ben beni reddeden ikinci kızı, Arzu teyzesinin kızını, ben beni reddeden üçüncü kızı, Arzu sokaklarında onu taciz eden bir tipi, ben ilkokul öğretmenimi, Arzu ilkokuldaki müdürü, ben dönemin belediye başkanını, Arzu bir tezgahtarı, ben beni hep son ayakta yatıran Halis Karataş’ı, Arzu Hülya Avşar’ı, ben Aziz Yıldırım’ı, Arzu bir hemşireyi, ben bir hemşerimi, Arzu bir falcıyı ve yardımcısını, ben Emre Belozoğlu’nu, Arzu başka bir tezgahtar kızı, Arzu liseden bir kız arkadaşını, Arzu sokaklarındaki bakkalı, Arzu dershanesindeki hizmetliyi, Arzu dershanesindeki matematik öğretmenini;Arzu şunu, Arzu bunu, Arzu, Arzu, Arzu...

Arzu çok değişiyordu. Ben heykelleri kırdıkça rahatlıyordum, Arzu ise hırslanıyordu.  Atakule’yi ve Akmerkez’i keyfi olarak yakmaya kalktı mesela. Beceremedi, kundakçılık çok zor işti ama denedi. Nedenini sorduğumda belki başka insanlar  vardır, ateş ilgi çekmez mi?, dedi ama öyle bir amacı olmadığı bakışlarının donukluğundan belliydi.
-
Dünya bir açık büfeydi ama bir yılın ardından yiyeceklerimiz sınırlıydı. Konserveye dadanır olduk. Hayvanlar artmaya başlamıştı, kurtların sesini duymadığımız bir gece yok gibiydi. Hatta bir öğlen evimizin önünden altın renginde bir orangutanın geçtiğini söyledi Arzu ama inanmadım; şartlar ikimizi de yıpratıyordu. Aklımıza hayvanat bahçeleri o zaman geldi; koştuk gittik ama tüm hayvanlar açlıktan ölmüştü. Birbirimize sarılıp uzun uzun ağladık.
-
Hep batıya gidiyorduk, İstanbul’a yerleşmiştik ama doğu hiç aklımızda değildi. Gidelim bakalım, dedim; gidip ne yapacağız?, dedi Arzu. İstemezsen gelme ben bakacağım, hem memleketimi özledim dedim ve yola çıktım. Bir ay sonra yalımızda buluşmaya karar verdik.

Doğuda da durum aynıydı. Ağrı’ya, İran’a gittim, sonra Afganistan’a, oradan Hindistan’a; Tac Mahal hayranlık uyandırıcıydı. Hemen Kabe’ye gittim ve umre yaptım, insanlar tavafta donmuşlardı; ben kurban da kesmiyordum, oruç da tutmuyordum, zaten zekat verecek kimse de yoktu... Başka zaman düşünmek üzere bu konuları da erteledim ve İstanbul’a doğru yola koyuldum. Çok güzel arabalara bindim. Hatta tank bile kullandım. Tıkanmış yolları tankla açmak çok keyifliydi. Dönünce bir tank bulup köprüyü açmam lazım diye düşündüm. Orada araba değiştirip durmayı sevmiyordum.

Arzu’yu yalımızın bahçesinde martılara yem verirken gördüm. Hoşgeldin de demedi, neler yaptığımı da sormadı. İnanılmaz gergindi. Hiç konuşmadan öğlen yemeğini yerken boğazın karşısındaki yalının yanmış olduğunu gördüm. Kundakçılığı deneme yanılma yolu ile öğrenmişti sonunda. Manzaramı neden mahvettin!, diye gürledim. O da bağırarak cevap verdi bana. Dakikalarca bağrıştık. Hatta itti beni sarstı ama vurmamak için önce kendimi sonra ellerini tuttum. Tekme attı, ittim düştü; kalktı yeniden saldırdı bana bu tatlı şiddetin sonunda elbette seviştik.
-
Artık Arzu ile evli gibiydik. Ama hiç sevgili olmadan evlenmiş çiftler gibi. Başarısız deneyimlerinin sonundaki hayal kırıklıklarının sonunda bari evlenelim diyen iki kişi gibi. İş bölümümüz ve ilişkimiz daha bir oturdu. Artık kahvaltıda cips yememe izin vermiyordu. Beni tıraş olmaya zorluyordu, ne giyeceğime karar veriyordu, evin tozunu düzenli alıyordu, benzin bulmak için evden çıktığımda gelirken ne alacaklarımı bir listeyle elime verip beni öperek uğurluyordu. Ve ben bu durumdan çok rahatsızdım.

Bir de canım ekmek çekiyordu. Denedi hatta gayet yaptı ama fırın ekmeği gibi olmadı. Çayın biteceğini düşündükçe çıldıracak gibi oluyordum. Çay bozulur muydu, çay yaprakları nasıl o siyah hale gelirdi, öğrenmek lazımdı. Gidip bir kütüphanede konuyla ilgili bir şeyler bulabilirdim ama canım hiç okumak istemiyordu.
-
Bugün ayın kaçı?, diye sordu Arzu bana. Ben hangi ayda olduğumuzdan bile emin değildim. Çıktım heykellerin, evet artık hepsi bana heykelmişler gibi geliyordu, kol saatlerine baktım ve birinde  buldum, birkaçında da teyit edip geldim. 13 Eylül, dedim. Dün doğum günümdü nasıl unuttursun?, dedi ve kapıları çarpıp odasına gitti. Sonra hırsını alamadı, çıktı gitti ve manzaramdaki başka bir yalıyı yaktı.

13 Eylül benim doğum günümdü.
-
Doğuya ben tek gittiysem de batıya beraber gittik. Eyfel’i, Pizza Kulesi’ni, Venedik’i gördük. Herkes taşkatıyken bile oralar bizim buralardan güzeldi ama kimse olmasa bile insan ülkesini özlüyordu. Çok duramadık. Dünyanın tek sahipleri olsak da batıya hala çok yabancıydık. Amerika’da hayat olabilir mi?, dedi Arzu; Louvre Müzesi’nin bahçesinde piknik yaparken. Mona Liza’yı eve asmak için orayı bulmuştum ama sonra  hevesim kaçmıştı; ben çok daha büyülü, ihtişamlı bir şey bekliyordum. Saçmalama, dedim ve sustu. Ne uçak ne de gemi kullanamayacağımızı ve denemenin ne kadar riskli olduğunu biliyordu. Senin de canın üzüm çekmiyor mu?, dedi; ben Atina sokaklarında üzerimde aptal bir fatih duygusuyla yürürken. Sağa sola baktım ama bulamadım. Senin de canın greyfurt çekmiyor mu, dedi bu sefer de Viyana sokaklarında. Benim canım hiç greyfurt çekmez, deyip geçiştirdim. Senin de canın turşu çekmiyor mu?, dedi Amsterdam’ın arka sokaklarında. Geç de olsa durumu anlamıştım.

İstanbul’a evimize geçtik hemen. Bir odayı boşalttım ve bir hastaneden yatak getirdim. Doğumla ilgili kitaplar da aldım ve üstten üstten okudum. Kitap okuyunca benim başım çok ağrıyor; Arzu’nun da uykusunu getiriyor.
-
Altı ay canıma okudu Arzu. Stresi, öfkesi, ağlama krizleri bitmedi. Beni görmek istemediğinde bunu suratıma tokat gibi çırpıyordu. Açıkçası bu da benim işime geliyordu. İlk zamanlar arabayla dolandım durdum. Sonra da Arzu’dan gizli kendime bir ev açtım. Eski sahipleri çok sevk sahibi insanlarmış; bilardo masası, bilgisayar oyunları, playboy dergileri, eski atari salonlarındaki makinalar hatta gıcır gıcır bir langırt masası... Langırt masasını görünce içimden inşallah oğlum olur, diye geçirdim. Beraber oynardık.

Oğullarım olursa, sonra da kızlarım.

Ensest! Zorunlu ensest. Böyle bir günaha yol açmak...

Tansiyonum düştü, öyle duyduğum yere yıkılıverdim. Ne yapacaktık. Hayır peygamber değildim ki, çok eminim ki değildim; Arzu da değildi, asla değildi. Aptal ve günahkar insanlardık. Belki tek çocuk ama ya ikiz olursa? Çelik gagalı bir ağaçkakan kafamı kakıyor gibiydi. Böyle bir dünyaya çocuk getirmek istiyor muyuz?, demişti da Arzu, gülmüş geçmiştim. Şimdi eminim ki, istemiyorum. Korkuyorum. Dünya hiç olmadığı kadar zordu. Kimse cehenneme doğup, ölünce cehenneme gidecek bir çocuğu olsun istemez.

Biraz içki içtim. Sızdım, uyandığımda Arzu yanı başımdaydı. Üzerinde pembe bir doğum elbisesi, topuklu ayakkabılar ve inci bir gerdanlık vardı. Hiç konuşmadı benimle. Eve gittik. Okuldan devamsızlık kağıdı gelmiş öğrenci ve annesi gibiydik. Ne beni nasıl bulduğunu söyledi ne de başka bir şey. Doğuma kadar kaldığını da bilmiyordum.
-
Temiz havlu ve sıcak su hazırdı. Ikındı, derin nefesler aldı, ıkındı, terini sildim, ıkındı, bağırdı, derin nefesler aldı, çığlık attı, elimi tut dedi, bağırdı, elimi bırak dedi, terimi sil dedi, geliyor mu dedi, gelmiyor dedim, sakin ol dedim, çığlık attı, ıkındı, bir daha bak dedi, baktım yoktu, bayıldı, bir saat sonra ayıldı, kolonya istedi, sakız istedi, sakızı sonra tükürdü, bağırdı, ıkındı, derin nefesler almaya devam etti, bak dedi, gelmiyor dedim, alnındaki damarlar çok belirginleşti, derin nefesler almaya devam etti, acıktım bana ekmek arası peynir bul dedi, ekmek mi kaldı saçmalama dedim, peynir bul o zaman dedi, onu buldum avuç avuç yedi, peynirler ağzında döküldü, al şunları dedi, aldım, elimi yıkadım geldim, ıkındı, bağırdı, bayıldı, bir saati aşkın süre sonra ayıldı, bak geliyor mu dedi; geliyordu.
-
Hani hemen herkesin hayalidir ya; bir kulübe, önünde akan bir dere, birkaç koyun ve tavuk. İşte o huzuru bir İsveç köyünde buldum. Heidi çizgi filmindeki yer gibiydi. Arada şehre gidiyordum ama zamanımın çoğunu köyde geçiriyordum.


Arzu taş doğurdu. O çok üzüldü ben pek üzülmedim. Taşa çocuğu gibi baktı, emzirmeye kalktı, onunla oynadı ve hala da bakmaya devam ediyor. Yılda bir iki canım araba sürmek istediğinde ziyaretine gidiyorum.

Hiç yorum yok: