Böyle Bir
Dünyaya Çocuk Getirmek İstemek
Bir sabah kalktığımda herkes taş olmuş.
Bağırdım, çağırdım, delirdim, yardım istedim;
polisi, ambulansı itfaiyeyi hatta jandarmayı aradım kimse açmadı; sokağa
çıktım, koştum, hemen kimse yoktu. Arabaya atladım karakola gittim herkes
heykel gibi duruyordu. Eve dönerken
baktım birkaç tinerci de öyle taş olmuş kalmışlardı. Hastaneye gittim baktım,
durum aynıydı. Ben de eve geri döndüm.
-
Televizyonu açtım, hiçbir şey yoktu. İnternetten haberlere bakmak istedim, geceki haberler duruyordu. Kabus dedim içimden,
üstüme battaniyemi çekip kanepede uyudum; uyandığımda hava kararmak üzereydi
ama hayat hala yoktu. Şehri dolaşmak için arabaya atladım. Çeyrek depo benzinim
vardı. Öyle dolanmaya başladım; bir hayat belirtisi bulmak için. Bulamadım. Bir
kamyon bir binaya çarpmıştı; gittim baktım şoför de heykeldi. Yollarda öyle
birkaç kaza daha gördüm. Baktım benzinim bitiyor, arabayı kenara çektim ve
kenarda gördüğüm iktidarsız mütahhit jiplerinden birinin kapısını tornavidayla
açtım, alarm öttü ama umurumda olmadı, çakımla da kontağı çevirdim ve yola
devam ettim. Eskiden araba hırsızıydım. İşi hobisi olan şanslı insanlardandım.
Şimdi ise yaptığıma hırsızlık denemez. heykellerin arabalarına biniyorum o kadar.
Deposu boşalana kadar jiple gezdim. Bindiğim araba
ne kadar iyiyse kendimi o kadar iyi hissederim zaten. Sonra başka bir jipe
bindim. Zengin semtlerinden spor araba ararken onu gördüm. İrlanda yeşili bir
vosvos, namı değer kaplumbağa. Dayanamadım, indim ve incitmeden kapısını açtım.
Düz kontağını incitmeden yaptım ve eve döndüm. Hep böyle bir araba sürmek
istemiştim.
Annemle babama baktım tekrar. Asla masum
sayılmazlardı ama masumca uyurken öyle kalmışlardı. Onları uygunsuz bir durumda
görmediğim için şükrettim. Sonra şükür mekanizmasını kafamda tarttım. Bir karar
varamadan uykuya dalacaktım ki, elektrikler bir daha geri dönmemek üzere gitti.
Kombi de haliyle söndü. Yorganımın üstüne annemle babamın üstündeki yorganı da
alarak uyudum. Sanırım yeni bir eve çıkmanın vakti gelmişti.
-
Uyandığımda dizlerim ağrıyordu. Hemen bir arabaya
bindim ve kaloriferini açıp havayı dizlerime verdim. Karnım da açıkmıştı, bir
süpermarkete altımdaki arabam ile girdim. Patates cipsi ve kola aldım. Daha
önce hiç patates cipsi ile kahvaltı yapmamıştım. Büyük felaketin küçük
avantajlarıydı bunlar, tüm arabalar benimdi. Belki tek değilimdir diye
düşündüm. Başka bir araba patlattım ve bu sefer arabanın ses sistemi olmasına
dikkat ettim. Arabadan daha pahalı ses sistemi olan bir varoş arabasına bindim,
torpidosundaki karışık cd’yi takıp sokaklarda çıstak çıstak gezmeye başladım.
Zaten şehir sessizdi, belki biri sesimi duyabilirdi. Hem belki o biri çok güzel
bir kız olurdu. İşte tam bu hayalleri kurarken
dikiz aynasından arkadan koşan onu gördüm. Akıl hastanesinden kaçmışlar
gibiydi. Döndüm ve yaklaştıkça canım sıkıldı. Gelen Arzu’ydu.
Arzu kimdir: 23.f.ankara.Arzu benim candüşmanımdır.
Hayatta en sevmediğim kadın hatta insandır.
Arzu’yu neden sevmiyorum: Arzu ile yaşıtız; aynı
sokakğın çocuğuyduk sonra aynı sınıfın öğrencisi olduk. Sonra ergenlik falan
derken ben Arzu’yla sevgili olmak istedim, tamamen hormonal. O da beni tüm
sokağa rezil etti. Hem reddetti hem de bunu herkese söyledi. Hatta insanlar
adımı unuttu, Arzu’nun reddettiği tip, olarak anar oldu. Tabi sonra da araba
hırsızı olarak. Gerçi bazları da tekkaş der. Neyse...
Ben de ona yaklaşınca aynı ifadeyi onun suratında
gördüm. Durum benim için olduğu kadar onun için de hayal kırıklığıydı. Beni o
uzun rencide dolu reddedişinin sonunda “Dünyada bir sen bir de ben kalsak yine
bu iş olmaz” demişti. Haklıydı da.
Beni görür görmez, senden başka kimse var mı?, dedi.
Ben de yok, dedim. Uzun bir sessizlik oldu. Dışarı soğuktu, altında kalpli
pijaması üstünde montu vardı ama arabaya binmek istemedi düşündü biraz ve sonra
bildiklerimi bana anlatmaya başladı. Yaklaşık yirmi dakika anlattı. O
anlattıkça benim öfkem çözülmeye başladı. Bir kişi daha olsa basıp giderdim
belki de...
Üşürsün, atla arabaya, bir yol bulalım, dedim. Eve uğraması
gerekliymiş, evine gitti ve benim kırk dakika bekletti, küçük bir bavul
hazırlamıştı ve saçlarını taramıştı. Ben bu işlerden pek çakmam ama sanırım
birazcık makyaj bile yapmış olabilir. Çantasını arka koltuğa attı ve ne
yapacağız?, dedi. Düşündük biraz, üç ihtimalimiz vardı.
1.
Arabada duracaktık, benzin bittikçe yeni arabaya
geçerek ısınacaktık.
2.
Varoş mahallesinde sobalı bir eve gidecektik ve öyle
ısınacaktık.
3.
Sosyete mahallesinde jenaretörü olan bir eve gidip
orada takılacaktık.
Elbette üçüncü seçeneğe karar verdik. Evi bulmak
kolay ama kapıyı açmak zordu. Yarım saat sonra başardım. Klimayı açtık, evi
ısıttık; banyo yapıp, dvd’de film bile izledik. Ama az konuştuk. Ev sahipleri yataklarında heykel olmuşlardı.
Kanepede uyuduk bizde.
-
Heykeller çok ağır değildi. Ev sahiplerini
rahatlıkla taşıdık ve bahçeye koyduk. Bahçede çok daha dekoratif durdular.
Gerçi anneyi yüzme havuzuna düşürünce bir kötü oldum. Kadınının kafası kolu
ayrıldı. Ama bilerek yapmadım. Gerçekten de. Hem zaten ölüydü. Bir şekilde taş
olmuştu ve ben bunun sorumlusu değildim. Eğer bir gün tüm taş olanlar normale dönerlerse, kadıncağız o an ölecek ne yazık ki...
İşte böyle birkaç gün geçti. Meslekteki ilk
günlerimde olduğu gibi arabalardan benzin çalıp jenaretöre koyuyordum. Sonra
sokaklarda başkası var mı umuduyla dolanıyordum. Arzu ise evdeydi ve onunla evde
yaşamak cehennem gibiydi. Böyle bir durumda, en azından türün devamlılığını
sağlamak amacı ile bir uyarılmam gerekliydi ama hiç öyle hissetmiyordum. Mesafeli
şekilde yaşıyorduk. Ben her sabah patates cipsi ve kola ile kahvaltı yapıyordum
o ise diyet sütüne diyet mısır gevreği döküyordu.
Başkaları... Başka şehirlerde hayat vardır belki,
dedim. Hadi İstanbul’a gidelim. Çaresiz teklifime uydu, yalnız kalmayı göze alacak
durumda değildi, yarım saat sonra yola çıktık. Hızla girdiysem de İstanbul’a
durum Ankara’dan farksızdı. Sadece sokaklarda daha çok heykel vardı o kadar.
Boğaz Köprüsü'nde kazalar yolu kapatmıştı, yürüyerek geçmek zorunda kaldık.
Sonra bir yalıya yerleştik az benzin lazım olsun diye küçük bir yalıya. Evde
yaşayanları taşırken yine bir sakarlık yaptım. Sakarım biraz, ne yapabilirim?
Bu sefer evin uşağının kolu koptu.
Evin kadının kıyafetleri tam Arzu’ya, evin erkeğinin
kıyafetleri tam bana uygundu. Jilet gibi takım elbiselerle geziyordum, Arzu ise
takıp takıştırıyordu. Kadının mücevherlerini bozdursan Afrika'da birkaç hafta açlık olmazdı.
-
Bir sabah kahvaltıda biraz heykel kıralım mı?, dedi
Arzu. Boş boş bakınca ben, anlatmaya devam etti. Çok sıkılıyordu ve hayatında
biraz renge ihtiyacı vardı. Çok sinirli olduğu insanlar vardı ve onlar
heykeldi, bozulmayacaktı. Ama ikimiz ölürsen çürüyecektik ve yok olacaktık.
Buna izin veremezdik. İkna oldum. İlk sen, dedim. Cevabı zaten hazırdı, tek
nefeste Meri dedi. Ben de tanıyordum Meri’yi, gerçek adı Meryem’di ve avrupayi
bir güzelliği olduğu için herkes ona Meri derdi. Sokağın, mahallenin, okulun
hatta belki şehrin en güzel gözleri ondaydı. Son model spor bir arabaya atlayıp
hemen yola koyulduk. Tam bir saat yirmi dakika sonra Meriler'in evlerinin
kapısını kırıyordum. İçeri girdiğimizde Arzu Meri’yi yatağında buldu. Aynı kalpli
pijamalardan onda da vardı. Siyah
sütyen askısı öyle seksi duruyordu ki,
kızın heykeli bile bir acayipti. Arzu hemen çantasını açtı ve bir matkap çıkarttı.
Şaşkınlıktan küçük dilimi yutabilirdim. Maktapla önce Meri’nin gözlerini oydu, sonra
da yavaş yavaş boynunu kopardı ve dönüp bana baktı. Korktuğumu kabul ediyorum.
Sen kimin heykelini kıracaksın?, dedi. O ana kadar bir ismi netleştirmemiştim
ama korku zihnimi tetikledi, benimki yakın, Komiser Yardımcısı Efkan, dedim.
Komiser Yardımcısı Efkan beni ilk yakalayan, beni
ilk döven, bana ilk kez söven, beni salya sümük ilk kez ağlatan ve ilk kez kendine yalvartan adamdı. Bir
insan ne kadar çok dövülebilirse, o kadar çok dövmüştü beni. Karakola
gittik, yoktu. Kuduz köpekler gibi koşuşturuyorduk Arzu’yla. Evrakları taradık,
ev adresini bulduk gittik, evde de yoktu. Karakolun mahallesindeki devriye
arabalarını aramak aklımıza geldi. Sonra bir parkta ağacın altında Efkan'ı bulduk. Üstünde polis üniforması, elinde bira şişesi polis arabasının kaputunda
içerken donmuştu. Silahını aldım ve biraz çekilip tüm şarjörü üstüne
boşalttım. Sonra hızımı alamadım. Yanındaki polisin silahındakileri de
boşalttım. Kötü nişancıydım, büyük kısmı karavanaydı. Karakola gittim ve
toplayabildiğim kadar silahı topladım. En sonunda kafası paramparça oldu ve koptu. Ama elindeki bira şişesi kırılmamıştı
-
Arzu hiç tanımadığım ve hakkında konuşmak istemediği
bir kızı, ben eskiden çok ses yapan üst komşumuzu, Arzu hakkında konuşmak
istemediği bir adamı, ben eski patronumu, Arzu kuaförünü, ben beni reddeden
ikinci kızı, Arzu teyzesinin kızını, ben beni reddeden üçüncü kızı, Arzu
sokaklarında onu taciz eden bir tipi, ben ilkokul öğretmenimi, Arzu ilkokuldaki
müdürü, ben dönemin belediye başkanını, Arzu bir tezgahtarı, ben beni hep son
ayakta yatıran Halis Karataş’ı, Arzu Hülya Avşar’ı, ben Aziz Yıldırım’ı, Arzu
bir hemşireyi, ben bir hemşerimi, Arzu bir falcıyı ve yardımcısını, ben Emre
Belozoğlu’nu, Arzu başka bir tezgahtar kızı, Arzu liseden bir kız arkadaşını,
Arzu sokaklarındaki bakkalı, Arzu dershanesindeki hizmetliyi, Arzu
dershanesindeki matematik öğretmenini;Arzu şunu, Arzu bunu, Arzu, Arzu, Arzu...
Arzu çok değişiyordu. Ben heykelleri kırdıkça
rahatlıyordum, Arzu ise hırslanıyordu.
Atakule’yi ve Akmerkez’i keyfi olarak yakmaya kalktı mesela. Beceremedi,
kundakçılık çok zor işti ama denedi. Nedenini sorduğumda belki başka
insanlar vardır, ateş ilgi çekmez mi?,
dedi ama öyle bir amacı olmadığı bakışlarının donukluğundan belliydi.
-
Dünya bir açık büfeydi ama bir yılın ardından
yiyeceklerimiz sınırlıydı. Konserveye dadanır olduk. Hayvanlar artmaya
başlamıştı, kurtların sesini duymadığımız bir gece yok gibiydi. Hatta bir öğlen
evimizin önünden altın renginde bir orangutanın geçtiğini söyledi Arzu ama
inanmadım; şartlar ikimizi de yıpratıyordu. Aklımıza hayvanat bahçeleri o zaman
geldi; koştuk gittik ama tüm hayvanlar açlıktan ölmüştü. Birbirimize sarılıp uzun uzun ağladık.
-
Hep batıya gidiyorduk, İstanbul’a yerleşmiştik ama
doğu hiç aklımızda değildi. Gidelim bakalım, dedim; gidip ne yapacağız?, dedi
Arzu. İstemezsen gelme ben bakacağım, hem memleketimi özledim dedim ve yola
çıktım. Bir ay sonra yalımızda buluşmaya karar verdik.
Doğuda da durum aynıydı. Ağrı’ya, İran’a gittim,
sonra Afganistan’a, oradan Hindistan’a; Tac Mahal hayranlık uyandırıcıydı.
Hemen Kabe’ye gittim ve umre yaptım, insanlar tavafta donmuşlardı; ben kurban
da kesmiyordum, oruç da tutmuyordum, zaten zekat verecek kimse de yoktu... Başka
zaman düşünmek üzere bu konuları da erteledim ve İstanbul’a doğru yola
koyuldum. Çok güzel arabalara bindim. Hatta tank bile kullandım. Tıkanmış
yolları tankla açmak çok keyifliydi. Dönünce bir tank bulup köprüyü açmam lazım
diye düşündüm. Orada araba değiştirip durmayı sevmiyordum.
Arzu’yu yalımızın bahçesinde martılara yem verirken
gördüm. Hoşgeldin de demedi, neler yaptığımı da sormadı. İnanılmaz gergindi.
Hiç konuşmadan öğlen yemeğini yerken boğazın karşısındaki yalının yanmış
olduğunu gördüm. Kundakçılığı deneme yanılma yolu ile öğrenmişti sonunda.
Manzaramı neden mahvettin!, diye gürledim. O da bağırarak cevap verdi bana.
Dakikalarca bağrıştık. Hatta itti beni sarstı ama vurmamak için önce
kendimi sonra ellerini tuttum. Tekme attı, ittim düştü; kalktı yeniden saldırdı
bana bu tatlı şiddetin sonunda elbette seviştik.
-
Artık Arzu ile evli gibiydik. Ama hiç sevgili
olmadan evlenmiş çiftler gibi. Başarısız deneyimlerinin sonundaki hayal
kırıklıklarının sonunda bari evlenelim diyen iki kişi gibi. İş bölümümüz ve
ilişkimiz daha bir oturdu. Artık kahvaltıda cips yememe izin vermiyordu. Beni
tıraş olmaya zorluyordu, ne giyeceğime karar veriyordu, evin tozunu düzenli
alıyordu, benzin bulmak için evden çıktığımda gelirken ne alacaklarımı bir
listeyle elime verip beni öperek uğurluyordu. Ve ben bu durumdan çok
rahatsızdım.
Bir de canım ekmek çekiyordu. Denedi hatta gayet
yaptı ama fırın ekmeği gibi olmadı. Çayın biteceğini düşündükçe çıldıracak gibi
oluyordum. Çay bozulur muydu, çay yaprakları nasıl o siyah hale gelirdi,
öğrenmek lazımdı. Gidip bir kütüphanede konuyla ilgili bir şeyler bulabilirdim
ama canım hiç okumak istemiyordu.
-
Bugün ayın kaçı?, diye sordu Arzu bana. Ben hangi
ayda olduğumuzdan bile emin değildim. Çıktım heykellerin, evet artık hepsi
bana heykelmişler gibi geliyordu, kol saatlerine baktım ve birinde buldum, birkaçında da teyit edip geldim. 13
Eylül, dedim. Dün doğum günümdü nasıl unuttursun?, dedi ve kapıları çarpıp
odasına gitti. Sonra hırsını alamadı, çıktı gitti ve manzaramdaki başka bir
yalıyı yaktı.
13 Eylül benim doğum günümdü.
-
Doğuya ben tek gittiysem de batıya beraber gittik.
Eyfel’i, Pizza Kulesi’ni, Venedik’i gördük. Herkes taşkatıyken bile oralar
bizim buralardan güzeldi ama kimse olmasa bile insan ülkesini özlüyordu. Çok
duramadık. Dünyanın tek sahipleri olsak da batıya hala çok yabancıydık. Amerika’da
hayat olabilir mi?, dedi Arzu; Louvre Müzesi’nin bahçesinde piknik yaparken.
Mona Liza’yı eve asmak için orayı bulmuştum ama sonra hevesim kaçmıştı; ben çok daha büyülü,
ihtişamlı bir şey bekliyordum. Saçmalama, dedim ve sustu. Ne uçak ne de gemi
kullanamayacağımızı ve denemenin ne kadar riskli olduğunu biliyordu. Senin de
canın üzüm çekmiyor mu?, dedi; ben Atina sokaklarında üzerimde aptal bir fatih
duygusuyla yürürken. Sağa sola baktım ama bulamadım. Senin de canın greyfurt
çekmiyor mu, dedi bu sefer de Viyana sokaklarında. Benim canım hiç greyfurt
çekmez, deyip geçiştirdim. Senin de canın turşu çekmiyor mu?, dedi Amsterdam’ın
arka sokaklarında. Geç de olsa durumu anlamıştım.
İstanbul’a evimize geçtik hemen. Bir odayı boşalttım
ve bir hastaneden yatak getirdim. Doğumla ilgili kitaplar da aldım ve üstten
üstten okudum. Kitap okuyunca benim başım çok ağrıyor; Arzu’nun da uykusunu
getiriyor.
-
Altı ay canıma okudu Arzu. Stresi, öfkesi, ağlama
krizleri bitmedi. Beni görmek istemediğinde bunu suratıma tokat gibi çırpıyordu.
Açıkçası bu da benim işime geliyordu. İlk zamanlar arabayla dolandım durdum. Sonra
da Arzu’dan gizli kendime bir ev açtım. Eski sahipleri çok sevk sahibi
insanlarmış; bilardo masası, bilgisayar oyunları, playboy dergileri, eski atari
salonlarındaki makinalar hatta gıcır gıcır bir langırt masası... Langırt
masasını görünce içimden inşallah oğlum olur, diye geçirdim. Beraber oynardık.
Oğullarım olursa, sonra da kızlarım.
Ensest! Zorunlu ensest. Böyle bir günaha yol
açmak...
Tansiyonum düştü, öyle duyduğum yere yıkılıverdim.
Ne yapacaktık. Hayır peygamber değildim ki, çok eminim ki değildim; Arzu da
değildi, asla değildi. Aptal ve günahkar insanlardık. Belki tek çocuk ama ya
ikiz olursa? Çelik gagalı bir ağaçkakan kafamı kakıyor gibiydi. Böyle bir dünyaya çocuk
getirmek istiyor muyuz?, demişti da Arzu, gülmüş geçmiştim. Şimdi eminim ki,
istemiyorum. Korkuyorum. Dünya hiç olmadığı kadar zordu. Kimse cehenneme doğup,
ölünce cehenneme gidecek bir çocuğu olsun istemez.
Biraz içki içtim. Sızdım, uyandığımda Arzu yanı
başımdaydı. Üzerinde pembe bir doğum elbisesi, topuklu ayakkabılar ve inci bir
gerdanlık vardı. Hiç konuşmadı benimle. Eve gittik. Okuldan devamsızlık kağıdı
gelmiş öğrenci ve annesi gibiydik. Ne beni nasıl bulduğunu söyledi ne de başka
bir şey. Doğuma kadar kaldığını da bilmiyordum.
-
Temiz havlu ve sıcak su hazırdı. Ikındı, derin
nefesler aldı, ıkındı, terini sildim, ıkındı, bağırdı, derin nefesler aldı,
çığlık attı, elimi tut dedi, bağırdı, elimi bırak dedi, terimi sil dedi,
geliyor mu dedi, gelmiyor dedim, sakin ol dedim, çığlık attı, ıkındı, bir daha bak
dedi, baktım yoktu, bayıldı, bir saat sonra ayıldı, kolonya istedi, sakız
istedi, sakızı sonra tükürdü, bağırdı, ıkındı, derin nefesler almaya devam
etti, bak dedi, gelmiyor dedim, alnındaki damarlar çok belirginleşti, derin
nefesler almaya devam etti, acıktım bana ekmek arası peynir bul dedi, ekmek mi
kaldı saçmalama dedim, peynir bul o zaman dedi, onu buldum avuç avuç yedi, peynirler
ağzında döküldü, al şunları dedi, aldım, elimi yıkadım geldim, ıkındı, bağırdı,
bayıldı, bir saati aşkın süre sonra ayıldı, bak geliyor mu dedi; geliyordu.
-
Hani hemen herkesin hayalidir ya; bir kulübe, önünde
akan bir dere, birkaç koyun ve tavuk. İşte o huzuru bir İsveç köyünde buldum.
Heidi çizgi filmindeki yer gibiydi. Arada şehre gidiyordum ama zamanımın çoğunu
köyde geçiriyordum.
Arzu taş doğurdu. O çok üzüldü ben pek üzülmedim. Taşa
çocuğu gibi baktı, emzirmeye kalktı, onunla oynadı ve hala da bakmaya devam
ediyor. Yılda bir iki canım araba sürmek istediğinde ziyaretine gidiyorum.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder