5 Aralık 2014 Cuma

Olof Olof Olof Palme Parkı

Olof Olof Olof Palme Parkı

Bir bir grup sahipsiz çocuktuk yıkılması an meselesi olan gecekonduların arasında. Elektriği kaçak çeker, gelen zabıtaların kafalarına taş atar, analarına avratlarına küfür ederdik. Hatta bir keresinde babam elindeki ekmek bıçağını boynuma dayayıp “O dozer gitmezse evladımı keserim!” diye bağırmıştı. Kesmezdi bilirdim ama çok yine de çok korkmuştum.

Babalarımızın çalışmaları gereken yorucu işleri, annelerimizin ise izlemeleri gereken televizyon programları vardı. Babalarımız annelerimizi döverken ağlar, komşularımızda çıkan aile facialarını ise çekirdek çitleyerek izlerdik. Bizim sokakta her şey tatlıya bağlanırdı. Mesela dayım yıllar önce yüksek promilliyken bacağından bıçaklamış olduğu hurdacı Ekrem ile beraber at yarışı kuponu yapabilir; annem, babamın ilk eşi olan Secide ile gün arkadaşı olabilirdi. Bizde kimse acısını nefretini içine atmadığından hiçbir şey birikmezdi. Zaten gelen parayı da haftasında yediğimizden paramız da birikmezdi.

İlkokulu bitireceğimiz senenin baharında havanın güzelleşmesi ve bizden profesör olmayacağının belli olmasıyla beraber; çalışma hayatına başlamamıza karar verdi annelerimiz. Olof Palme Parkı'nda ben baskülcü oldum, Buğra simitçi, Erhan ayakkabı boyacısı. Tespih gibi dizilir kazandığımız birkaç kuruşla da Buğra’nın bize gelişine sattığı simitleri yeyip eve beş parasız döner ve ana babamızın ruh haline göre; ya azarımızı işitir ya da dayağımızı yerdik. Ama çok güzel dayak yerdik; ne bir yerimiz kanar ne de bir yerimiz morarırdı. Dayak iyi gelirdi bize, hiç şikayet etmezdik.

Parkın ortasına parke döşedi belediye okulun bitmesine yakın. Neden olduğunu anlamadık tabi. Ben açık hava mescidi, dedim; Buğra buraya ev yapacaklar, dedi; Erhan ise Buğra ne ters adamsın, ev yapacak olsalar parke en son yapılır, ayakkabılarınızı çıkartın da basın; parkeleri kirletmeyin, dedi. O parkeler bir süre öyle boş boş durdu. Müşteri yokken, ki genelde olmazdı zaten, ayakkabılarımızı çıkartıp parkede kayıyorduk. Bazen de çöpte bulduğumuz kola kutularını ezip dokuz aylık oynuyorduk.

Sonra okullar kapandı, ana babamızdan sağlam karne dayaklarımızı yedik. Hatta babam beni döve döve okula götürüp kaydımı almaya bile kalktıysa da okulda yetkili kimse olmadığından döve döve eve geri döndük. Hatta ve hatta babam daha önce hiç benim okuluma gelmediği için yolu uzattı ve attığımız her adım bana tekme tokat olarak geri döndü. Hiç unutmam o gün akşam yemeğinde salçalı makarna yedik.

Okulların kapanması ile beraber de ilk Alamancı toprağa düştü. Jöleli saçları, aynalı güneş gözlükleri, buz mavisi kot pantolonları, askılı tişörtleri, ince sakal tıraşları, altın zincirleri ve itici aksanlarıyla çevrelerine kötü enerji yaymaya başladılar. Olof Palme Parkı'nın en genç esnafları olarak biz de parkta yerlerimizi aldık. İşler biraz arttı. Buğra hemen sigaraya başladı, tekel 2000, daha iki binli yıllara çok vardı ama tekel gününün ilerisinde bir markaydı. Akan günlerde birkaç Alamancı omuzlarında kocaman kasetçalarları ile parka geldiler. Kendi aralarında Alamanca konuştukları için ne dediklerini anlamadık ama çok eğlendikleri belliydi. Anamıza küfrediyorlar ondan gülüyorlar, dedi Erhan. Biz de şüphelenmedik değil. Gıcık ola ola, gıpta ede ede izledik onları. Yabancı şarkılar dinleyip dans ettiler parkenin üstünde. Sonra bir tanesi cebinden bere çıkarttı. Bu sıcakta bere takınca gülmeye başladık. Mal la bunlar, dedim duyacaklarını bile bile. Bizim güldüğümüzü duyunca bize baktılar. Biz de meydan okurcasına gözlerine gözlerine baktık. Sonra bize bakmayı bıraktılar ve kendi hallerinde takılmaya devam ettiler.

Şarkı gittikçe hızlandı, şarkı hızlandıkça Alamancılar daha da bir tepinmeye başladılar ve en sonunda kafasında bere olan bebe amuda kalktı ve kafası üzerinde dönmeye başladı. Undebah! Undebah!

Hayır zaten onlarla aramızda tonlarca fark vardı ama bu kadarı da fazlaydı. Biz üç arkadaşın sırtına sanki dünyadaki tüm fakir çocukların hüznü işte o an bindi. Sustuk, bir kelime bile etmedik, sonra da evlerimize doğru yürüdük. Anne babamız neden erken geldiğimizi bile sormadı. Biz o akşam yaşlandık.

Diğer günler eski neşemiz kalmamıştı. Yaz bitse de Alamancılar gitse diye gün sayıyordum. Her akşam aynı manzara karşımızdaydı. O bebe beresini çıkarttığı an sanki biri matkapla kafatasıma delikler açıyordu.

Bir akşam Buğra; bu akşam eve gitmeyelim, parkta duralım size sürprizim var dedi. Hiç doğum günü kutlanmamış, yaş pastanın mumlarını üflememiş, hediye alınmamış çocuklardık. Sürpriz bizde genelde başa gelen kötü şeyler için kullanılırdı. Tamam, dedik ve bekledik. Bereketsiz berbat bir gündü zaten. Hiç iş yapamamıştık. Üç simit yemiştim. Sadece ikisinin parasını Buğra'ya ödeyebilmiştim. Hava karardı, park iyice boşaldı. Sonra Buğra ayağa kalktı ve beni izleyin oğlum, deyip parkeye doğru koşmaya başladı. Sağını solunu kontrol etti, baktı izleyen kimse yok, Alamancılar gibi dans etmeye başladı. Yemin ederim hepsinden daha iyiydi. Çalan şarkıları da ezberlemişti, bir yandan söylüyor, öte yandan dans ediyordu. Erhan'la beraber biz de parkeye koştuk, onun yanında el çırpıyorduk. Sonra Buğra simit tezgahına koştu ve tezgahı başında taşırken araya koyduğu simit gibi yastığı alıp yere koydu, amuda kalktı ve kafası üstünde dönmeye başladı. Bir kez döndü, iki kez döndü, üç kez döndü, dört kez döndü ve un çuvalı gibi yere düştü. Buğra ağlıyordu ama kollarını kaldırıp göz yaşlarını silemiyordu. Yandım Allah! Yandım Allah!

Erhan: Çıt çıt çıt çıt (daktilo sesi) sigortasız birçok işte sömürüldü. Çıt çıt çıt. Daha sonra biri zihinsel engelli üç çocuğu olan kendinden üç yaş büyük ve sekiz yaş çirkin bir Alamancı bir kadınla sırf İsveç'e gitmek için evlendi. Çıt çıt çıt çıt. Sömürülmeye Alamanya’da devam ediyor.Çıt çıt çıt.

Buğra: Çıt çıt çıt çıt. O gün felç oldu. Sadece tek elini kullanabiliyor. Çıt çıt çıt çıt. Devletin verdiği sakat maaşı ve akülü arabasıyle Olof Palme Parkı’nın etrafında sattığı sarma sigaralar ile geçimini sağlıyor. Çıt çıt çıt.


Ben: Çıt çıt çıt. Hayat bana ayrıcalık yapmadı, herkes davrandığı kadar kötü davrandı. Çıt çıt çıt çıt. Park bekçisi oldum. Tabiki Olof Palme’de.Çıt çıt çıt.

Hiç yorum yok: