13 Ağustos 2014 Çarşamba

Senede dört gün, ölüm

Senede dört gün, ölüm

Ben Sena’yı her gördüğümde aşık olurum. İncecik dudaklarından dünyaya yayılan tatlı gülümsemesine, kısık gözlerinden insanlığa saçılan bakışlarına, duruşuna, yürüyüşüne, edasına, havasına; varlığına. Sena’yı gördüğüm her günün gecesi, ben Sena’yı rüyamda da görürüm. Bana hep güzel şeyler söyler, daha önce hiçbir kadının söylemediği ve asla söyleyemeyeceği. O rüyalarımın sabahlarında hep mutlu uyanırım, gülümsemem hiç düşmez yanaklarımdan. Sena’lı hayaller kurarım bütün gün; zaman akar ve yavaş yavaş azalır Sena’nın etkisi üzerimden. Ben hiç azalmasın isterim ama Sena buna hiç izin vermez. Haftada bir ararım; yalvarırım, yakarırım, yalanlar söylerim, acil durumlar yaratırım, çirkinleşirim, ağlarım, çok ağlarım ama Sena benimle her mevsim sadece bir kez buluşur. Beni reddederken de hiç kalbimi kırmaz; hep beyaz yalanlar söyler, sadece onun söyleyebileceği muhteşem yalanlar. Biri bana en sevdiğim mevsimi sorsa ben hep gelecek mevsimi söylerim. Sena yaşama umudumdur.

Her buluşmamıza bir farklı gelir Sena. Bazen sarışın bazen kumral genelde de esmer. Saçının modeli de hep farklıdır ama hepsi çok yakışır Sena’ya. Hep beyaz giyinir, biraz da gök mavisi. Hep topuklu ayakkabılar girer, adımları bir metronom gibi ritim verir dünyaya. Oturur, karşılıklı bir şeyler içeriz; çay, kahve, falan filan. Biz baş başa otururken ben kimseyi görmem; ne garsonları ne de etrafımızdakileri. Göz yaşlarının seslerini duyarım bazen ya da bana öyle gelir; ağlayan çocuklar ve kadınlar. Dönüp bakmam, ben sadece Sena’ya bakarım.

Ben bir mevsim bu buluşmaya hazırlanırım; anılarımı anlatırım hiç yaşamadığım, hayallerimi anlatırım boyumu aşan. Sena bazen beni dinler, bazense dinler gibi yapar; ela gözleri ele verir Sena’yı.

“Biraz da sen anlat, yalvarırım biraz da sen anlat Sena!”, derim. Her seferinde başka bir şehirden bahseder bana; Trabzon, Hatay, Niğde ya da  Manisa. Otellerden bahseder önce, sonra nasıl ev tuttuğundan. Yeni evini anlatır uzun uzun. Emlakçılar, badanacılar ve hamallar her şehirde aynıdır. Bir de çok soru soran komşu yaşlı teyzeler. Bazen hemşire olur Sena, bazen öğretmen, bazense dişçi. Dulum demez hiç; kocam mühendis, Irak’ta çalışıyor, der.

Konuşacaklarımız tükenir; susar, birbirimizin gözlerine bakarız. Bu anlarda ben hiç ağlamam, Sena’nın ise gözleri dolar. Sena ağlarsa tüm yalnızlar ağlar. Cihanda en güzel Sena güler, en güzel de Sena ağlar. Saatine bakar sonra ve “Keşke öldürmeseydin” der. Ne zaman keşke öldürmeseydin dese artık kalkacağını anlarım. Öldürmesem seni öldürecekti, derim. Her seferinde kısık sesle “Keşke”, der ve dakikalardır gözlerini parıldatan o damla yaş şakaklarından süzülür. “Peşimdeler hala, vazgeçmiyorlar”, der. Ben susarım; yapabileceğim bir şey yok, ellerim kollarım bağlı; bilir. Sonra gardiyan bağırır, “Ziyaret saati bitti!” Göz yaşlarının sesleri artar. Ben dönüp kimseye bakmam. Sena’nın yanağına süzülmüş o damladan başka hiçbir şeye bakmam.


Paran var mı?, derim. “Param var, asıl senin paran var mı?”, diye sorar. Benim de param var, derim. İkimiz de bu konuda hep birbirimize yalan söyleriz. “Görüşürüz”, der ve kalkar; ben de görüşürüz, derim ve gelecek mevsim görüşürüz.

Hiç yorum yok: