Yandı mı Postane
-Kayahan’a-
Kasabamız zaten
küçüktü, şehirden ve çevre köylerden de gayet uzaktı. Kışın Almancılar da
gidince pek fazla insan kalmaz -altmış yetmiş kişi- kalanlar da kabaca üçe ayrılırdı: Ölmek için
toprağını bekleyen yaşlılar. Gurbete gitmek için sırasını bekleyen gençler ve
garipler. Gariplerin gurbete gitme şansları yok gibidir. Onlar yazın gelen Almancıların
ayak işlerini yapar; kışları da sobalarını yakıp, tekrar yazın gelmesini
beklerlerdi. Yazları düğünler olur, alışveriş olur; herkes gülümser ve
birbirine hava atardı. Kışları ise kimse birbirine selam vermez, akşam ezanından
sonra sokağa çıkana ise pek rastlanamazdı. Bu da yıllardan beri böyleydi. Bu
arada benim adım ise Kamber; gariplerden biriyim ve adımın hikayeyle hiçbir
ilgisi yok.
Her zamanki gibi
insanın boğazını sıkan bir kış akşamı kasabanın postanesi yandı. Zaten ahşap,
iki katlı, gayet eski bir yapıydı. Alevler postanenin boyunu bir saat
içerisinde aştı. Hava pusluydu ve ağır aksak kar yağıyordu ama kar alevleri
söndürecek gibi de durmuyor, sadece manzarayı güzelleştiriyordu. Kimse
itfaiyeyi aramamış. Herkes nasılsa biri aramıştır diye düşünmüş olmalı ya da
benim gibi yangının sönmesini istememiş de olabilirler. Kimin ne düşündüğünün
asla bilinemeyeceğini o gece öğrendim zaten.
Yangın saatlerce sürdü,
biz kasaba halkı da saatlerce yangını izleyip durduk. Kimse konuşmuyordu.
Büyülenmiş, hipnotize olmuş gibiydik ya da dürüstçesi hepimiz delirmiştik.
Ölmek için toprağını bekleyenlerden yaşlı bir teyzenin alevlere yaklaşmaya
başladı fark ettim bir ara. Sanki kaplumbağa ya da sümüklü böcek gibiydi. Zaten
entarisi yeşildi ve sarmal desenleri vardı. Yürüdüğünü başka kimse de fark
etmedi. Gittikçe yaklaştı alevlere. Sönmek bilmeyen postanenin kapısını açtı ve
içeri girdi. Ne bir ses çıktı sonra, ne bir çığlık. Bunu gören yaşlılar
yavaştan kıpırdanmaya başladılar. İlk içeri giren yaşlı kadın gibi alevlere
doğru yürümeye başladılar. Şimdi bana çok garip geliyor ama o zaman hiç yadırgamamıştım hareketlerini. Beyaz
kasketli bir amca girdi içeri. Herkes ‘Dayı’ derdi adama. BMW’den emekliydi.
Eski de bir BMW’si vardı; 83 model, ahşap direksiyon. Onun arkasında elinde
bastonu ile başka bir adam girdi postaneye. Bazen ekmek alırken bakkalda
görürdüm onu, en az seksen yaşındaydı, sakalları Japonlara benzerdi. Ondan
sonra birkaç yaşlı daha, aralarından birini daha tanıdım; mangalcı derlerdi ona
da. Yazın çocukları ve torunları geldiğinde her akşam onlara mangal yapar, tüm
kasabayı kokutur; ondan da kimse tarafından sevilmezdi. Mangalcının arkasından
ikizler girdi içeri. Birbirlerinin elinden tutmuşlardı. Erkek olanın adı Ertem
amcaydı, kadının adı ise Sevinç’ti sanırım. Hiç ayrılmamışlardı hayatları
boyunca, gurbete beraber gidip, memleketlerine beraber dönmüşlerdi. Şimdi
postaneye de beraber giriyorlardı. İkizleri diğer yaşlılar takip etti. En son
da Erdal Amca girdi ve kapıyı kapattı. Hollanda’da aşçılık yaparmış, öyle derdi
ama herkes onun karanlık bir yanı olduğu bilir, kurcalamaya korkardı.
Bir saatin sonunda
ölmek için toprağını bekleyen herkes içeri girmişti. Erdal Amca’da girdikten
sonra postane binasından çatırtılar geldi. Sanki kırılan kemikler gibi.
Çatırtılar kesildiği gibi de olduğu yere çöktü postane ve birkaç dakika sonra
da söndü. Beyaz dumanlar yükseldi göğe, dumanlara bulutlara karıştı.
Biz kalanlar ise
kimseye yalan söylemedik ve olanları olduğu gibi anlattık. Tabi kimse inanmadı
bize. O günden sonra Almancılar da sadece mezar ziyaretine gelir oldular
kasabaya, düğünlerine hiçbirimizi çağırmadılar ve tatillerini ise beş yıldızlı
otellerde her şey dahil yaptılar. Kasabadan kimseyi de gurbete götürmediler.
Artık kasabadaki herkes garipti. Ektiğimizi biçiyorduk, pek konuşmuyorduk ve
kasabadan da başka bir yere gidemiyorduk. Bir gün annem dua ederken
duymuştum “Allah’ım n’olur postane
yansın” diyordu. Bu arada annemin adı
Vahide. Öyle gereksiz bir bilgi işte.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder