5 Temmuz 2014 Cumartesi

Yandı mı Postane

                                               Yandı mı Postane
-Kayahan’a-
Kasabamız zaten küçüktü, şehirden ve çevre köylerden de gayet uzaktı. Kışın Almancılar da gidince pek fazla insan kalmaz -altmış yetmiş kişi-  kalanlar da kabaca üçe ayrılırdı: Ölmek için toprağını bekleyen yaşlılar. Gurbete gitmek için sırasını bekleyen gençler ve garipler. Gariplerin gurbete gitme şansları yok gibidir. Onlar yazın gelen Almancıların ayak işlerini yapar; kışları da sobalarını yakıp, tekrar yazın gelmesini beklerlerdi. Yazları düğünler olur, alışveriş olur; herkes gülümser ve birbirine hava atardı. Kışları ise kimse birbirine selam vermez, akşam ezanından sonra sokağa çıkana ise pek rastlanamazdı. Bu da yıllardan beri böyleydi. Bu arada benim adım ise Kamber; gariplerden biriyim ve adımın hikayeyle hiçbir ilgisi yok.

Her zamanki gibi insanın boğazını sıkan bir kış akşamı kasabanın postanesi yandı. Zaten ahşap, iki katlı, gayet eski bir yapıydı. Alevler postanenin boyunu bir saat içerisinde aştı. Hava pusluydu ve ağır aksak kar yağıyordu ama kar alevleri söndürecek gibi de durmuyor, sadece manzarayı güzelleştiriyordu. Kimse itfaiyeyi aramamış. Herkes nasılsa biri aramıştır diye düşünmüş olmalı ya da benim gibi yangının sönmesini istememiş de olabilirler. Kimin ne düşündüğünün asla bilinemeyeceğini o gece öğrendim zaten.

Yangın saatlerce sürdü, biz kasaba halkı da saatlerce yangını izleyip durduk. Kimse konuşmuyordu. Büyülenmiş, hipnotize olmuş gibiydik ya da dürüstçesi hepimiz delirmiştik. Ölmek için toprağını bekleyenlerden yaşlı bir teyzenin alevlere yaklaşmaya başladı fark ettim bir ara. Sanki kaplumbağa ya da sümüklü böcek gibiydi. Zaten entarisi yeşildi ve sarmal desenleri vardı. Yürüdüğünü başka kimse de fark etmedi. Gittikçe yaklaştı alevlere. Sönmek bilmeyen postanenin kapısını açtı ve içeri girdi. Ne bir ses çıktı sonra, ne bir çığlık. Bunu gören yaşlılar yavaştan kıpırdanmaya başladılar. İlk içeri giren yaşlı kadın gibi alevlere doğru yürümeye başladılar. Şimdi bana çok garip geliyor ama o zaman  hiç yadırgamamıştım hareketlerini. Beyaz kasketli bir amca girdi içeri. Herkes ‘Dayı’ derdi adama. BMW’den emekliydi. Eski de bir BMW’si vardı; 83 model, ahşap direksiyon. Onun arkasında elinde bastonu ile başka bir adam girdi postaneye. Bazen ekmek alırken bakkalda görürdüm onu, en az seksen yaşındaydı, sakalları Japonlara benzerdi. Ondan sonra birkaç yaşlı daha, aralarından birini daha tanıdım; mangalcı derlerdi ona da. Yazın çocukları ve torunları geldiğinde her akşam onlara mangal yapar, tüm kasabayı kokutur; ondan da kimse tarafından sevilmezdi. Mangalcının arkasından ikizler girdi içeri. Birbirlerinin elinden tutmuşlardı. Erkek olanın adı Ertem amcaydı, kadının adı ise Sevinç’ti sanırım. Hiç ayrılmamışlardı hayatları boyunca, gurbete beraber gidip, memleketlerine beraber dönmüşlerdi. Şimdi postaneye de beraber giriyorlardı. İkizleri diğer yaşlılar takip etti. En son da Erdal Amca girdi ve kapıyı kapattı. Hollanda’da aşçılık yaparmış, öyle derdi ama herkes onun karanlık bir yanı olduğu bilir, kurcalamaya korkardı.

Bir saatin sonunda ölmek için toprağını bekleyen herkes içeri girmişti. Erdal Amca’da girdikten sonra postane binasından çatırtılar geldi. Sanki kırılan kemikler gibi. Çatırtılar kesildiği gibi de olduğu yere çöktü postane ve birkaç dakika sonra da söndü. Beyaz dumanlar yükseldi göğe, dumanlara bulutlara karıştı.


Biz kalanlar ise kimseye yalan söylemedik ve olanları olduğu gibi anlattık. Tabi kimse inanmadı bize. O günden sonra Almancılar da sadece mezar ziyaretine gelir oldular kasabaya, düğünlerine hiçbirimizi çağırmadılar ve tatillerini ise beş yıldızlı otellerde her şey dahil yaptılar. Kasabadan kimseyi de gurbete götürmediler. Artık kasabadaki herkes garipti. Ektiğimizi biçiyorduk, pek konuşmuyorduk ve kasabadan da başka bir yere gidemiyorduk. Bir gün annem dua ederken duymuştum  “Allah’ım n’olur postane yansın” diyordu. Bu arada annemin adı Vahide. Öyle gereksiz bir bilgi işte.

Hiç yorum yok: