Telafisi Olmayan Dakikalar
Hakemin bitiş düdüğü
ile beraber tüm dünyaya rezil olmuştuk. Mineirao’da altmış bini aşkın kişi bizi
o an orada öldürmek istediğini hissedebiliyordum ve işin daha acısı ölümden
korkmuyordum da. Kendi sahamızda Almanlar’dan yedi gol yemiştik ve Almanlar’ın
bir o kadar daha gol almamasının sebebi devre arasında aldıkları bir talimat
olmalıydı. İsteseler daha çok atarlardı. Ama atmadılar. Keşke atsalardı.
Hakemin bitiş düdüğünü
üflemediği an takım arkadaşlarımla beraber kendimizi yerde bulduk.
Ağlayanlarımız da vardı, dua edenlerimiz de. Ben de ağlamak istedim, ellerimi
gözlerime götürdüm, ağlayamadım. Ellerim tozdu topraktı biraz. Kirli ellerimi
gözlerime sürdüm, yine dolmadı gözlerim, yandı ama dolmadı. Yürümeye başladım
tünele doğru, ayaklarım oraya da gitmedi. Başım öndeydi kimseye bakamıyordum;
ne hocaya, ne sevinen Almanlar’a, ne takım arkadaşlarıma, ne de şu an beni
çekmekte olan kameralara. Ben durumlarda hep saldırgan olurum. Saldırganlığımın
altında da kendimi savunmam yatar. Suçu birine atarım; ki zaten hep bir suçlu
vardır ve onun canına okurum ama bu sefer suçluyu bulamıyordum da. Çünkü her
şey bir anda olmuştu. Tank gibi çarpmışlardı bize, tank gibi ezmişlerdi bizi.
Sonra hoca geldi ve
sarıldı bana. Almanlar’ın nasıl geldiğini görmediysem, hocanın da nasıl
geldiğini görmemiştim. Hiçbir şey demedi, hiçbir şey demedim. Sonra
televizyondan izlediğimde samimi bir sarılma gibi gözüküyor ama ben o an öyle
hissetmemiştim. Sadece sarılmış olmak için sarılmış, poz vermişti. Düşündüm de
aslında hocanın da suçu yoktu. Gayet akla yatan bir taktiğimiz, maçı kaldıracak
kadar kondisyonumuz ve maça çıkmadan önce inancımız vardı. Neden böyle oldu
diye düşünmeye başladığım an düşünmekten vazgeçtim. Zaman sorgulamak değil
kabullenmek zamanıydı.
Meksikalı hakem elinde
maçın topu, hakem arkadaşları ile beraber tünele doğru yürüyordu. Bizim
aksimize yıllar sonra herkese anlatacak muhteşem bir anısı ve anısını
süsleyecek bir hatırası vardı. Bense şu an çırılçıplak kalmak istiyordum. Keşke
bir Alman formamı isteseydi ama hiçbiri istememişti. Elbette onların forması şu
an bizim formamızdan daha değerliydi. 94 yıl önce Uruguay’dan altı gol yemişiz
ve o günden sonra hiç beyaz forma giymemişiz, belki bu da sarı formanın son
maçı. Artık eminim ki; tarih bizi asla unutmayacak ve affetmeyecek.
Orta yuvarlağın
ortasında, santra çizgisinin biraz solunda, saçma sapan bir sebepten cezalı
olup bizi yalnız bırakan kaptanı gördüm. Ağlayan bir arkadaşıma sarılmış,
teselli ediyordu. Yanlarında takımdan başka biri de ağlıyordu. Yanlarına doğru
yürüdüm, göstermelik birkaç sarılma daha oldu aramızda. O ara kaptan bana bir
şey söyledi ama ne söyledi anlamadım. Maç biteli yedi dakika olmuştu ve sanki
bir fırtınaya doğru yürüyor gibiydim, zaman akmıyor, tenimi sıyırıp geçiyordu.
Zúñiga’nın hareketi düşündüm. Nasıl da diziyle vurmuştu on numaramızın beline.
Sonra puffladım. Mazeret aramak için önümde çok uzun zaman olacak, uykusuz
gecelerimde zaten bu konuyu uzun uzadıya defalarca düşünecektim.
Aklıma Escobar geldi
apansız. Dünya kupasından sonra öldürülen Kolombiya’lı futbolcu. Acaba sonum
onun gibi gecenin üçünde, bir barın otoparkında, 38 kalibrelik bir silahla
sıkılan altı kurşunla mı olacaktı? Bu risk sadece benim de için geçerli değil,
bugün sahaya çıkan toplam on dört arkadaşım için de geçerliydi. Bir daha asla
huzurlu uyuyamayacaktık.
Stadyumun devasa
ekranları var. Eskiden oradan kendimi görmeyi çok severdim, yaylana yaylana
yürür, kollarım daha kaslı çıksın diye kasardım. Şimdi baktım yine beni
gösteriyor, yine kendimi izledim. Adımlarımı izledim, hissettiğimden daha iyi gözüküyordum.
Sanırım bir on saniye gösterdi beni ve daha sonra bir elinde kola bardağı;
diğer eli gözlükleriyle gözleri arasındaki gözyaşlarını silip bardağı kemire
kemire ağlayan çocuğu gösterdi. Onun ağlayışını izledim ve bahis yapmış
olmayacağına göre içten ağlıyordu ve bu anı ömrü boyunca hatırlayacak;
gazeteleri ve internet sitelerini süsleyecekti. Çocuktan sonra yüzünü
bayrağımız gibi boyayan orta yaşlı bir kadının ağlamasını gösterdi, gözyaşları
yüzündeki boyayı akıtıyordu ve kadın çok çirkin ağlıyordu. Göz altları da, gözlerinin
yanları da kırış kırıştı. Ağzı açıktı ve salyaları alt damağı ile üst damağı
arasındaki örümcek ağları gibi duruyordu. Sonra o görüntü gitti, pos bıyıklı
bir amcanın elindeki dünya kupasına sarılmış ağlak ifadesini gördüm. O da
ağlıyordu. Düşündüm de herkes ağlıyordu. Muhtemelen annem de ağlıyordu. Daha
fazla saha da duramadım ve soyunma odasına girdim.
Soyunma odasında çıt
çıkmıyordu. Yalapşap bir duş aldım, giyindim ve takım otobüsüne doğru yürürken
bizi izleyen taraflar hiçbir şey söylemiyordu. Sadece yuhluyorlardı ve asla
affetmeyecek gibi gözlerimize bakıyorlardı. Kimsenin elinde akıllı telefonları
yoktu. Bu anı kaydetmek istemiyorlardı. Bu anı hatırlamak istediklerinde
fotoğraflarına bakmalarına gerek yoktu, kalplerindeki acıya bakmaları yeterli
olacaktı. “Sokaklar yanacak bu gece”, dedi biri, öteki de, “İnsanlar ölecek”.
Muhtemelen de öyle olacaktı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder