13 Temmuz 2014 Pazar

Telafisi Olmayan Dakikalar

Telafisi Olmayan Dakikalar

Hakemin bitiş düdüğü ile beraber tüm dünyaya rezil olmuştuk. Mineirao’da altmış bini aşkın kişi bizi o an orada öldürmek istediğini hissedebiliyordum ve işin daha acısı ölümden korkmuyordum da. Kendi sahamızda Almanlar’dan yedi gol yemiştik ve Almanlar’ın bir o kadar daha gol almamasının sebebi devre arasında aldıkları bir talimat olmalıydı. İsteseler daha çok atarlardı. Ama atmadılar. Keşke atsalardı.

Hakemin bitiş düdüğünü üflemediği an takım arkadaşlarımla beraber kendimizi yerde bulduk. Ağlayanlarımız da vardı, dua edenlerimiz de. Ben de ağlamak istedim, ellerimi gözlerime götürdüm, ağlayamadım. Ellerim tozdu topraktı biraz. Kirli ellerimi gözlerime sürdüm, yine dolmadı gözlerim, yandı ama dolmadı. Yürümeye başladım tünele doğru, ayaklarım oraya da gitmedi. Başım öndeydi kimseye bakamıyordum; ne hocaya, ne sevinen Almanlar’a, ne takım arkadaşlarıma, ne de şu an beni çekmekte olan kameralara. Ben durumlarda hep saldırgan olurum. Saldırganlığımın altında da kendimi savunmam yatar. Suçu birine atarım; ki zaten hep bir suçlu vardır ve onun canına okurum ama bu sefer suçluyu bulamıyordum da. Çünkü her şey bir anda olmuştu. Tank gibi çarpmışlardı bize, tank gibi ezmişlerdi bizi.

Sonra hoca geldi ve sarıldı bana. Almanlar’ın nasıl geldiğini görmediysem, hocanın da nasıl geldiğini görmemiştim. Hiçbir şey demedi, hiçbir şey demedim. Sonra televizyondan izlediğimde samimi bir sarılma gibi gözüküyor ama ben o an öyle hissetmemiştim. Sadece sarılmış olmak için sarılmış, poz vermişti. Düşündüm de aslında hocanın da suçu yoktu. Gayet akla yatan bir taktiğimiz, maçı kaldıracak kadar kondisyonumuz ve maça çıkmadan önce inancımız vardı. Neden böyle oldu diye düşünmeye başladığım an düşünmekten vazgeçtim. Zaman sorgulamak değil kabullenmek zamanıydı.

Meksikalı hakem elinde maçın topu, hakem arkadaşları ile beraber tünele doğru yürüyordu. Bizim aksimize yıllar sonra herkese anlatacak muhteşem bir anısı ve anısını süsleyecek bir hatırası vardı. Bense şu an çırılçıplak kalmak istiyordum. Keşke bir Alman formamı isteseydi ama hiçbiri istememişti. Elbette onların forması şu an bizim formamızdan daha değerliydi. 94 yıl önce Uruguay’dan altı gol yemişiz ve o günden sonra hiç beyaz forma giymemişiz, belki bu da sarı formanın son maçı. Artık eminim ki; tarih bizi asla unutmayacak ve affetmeyecek.

Orta yuvarlağın ortasında, santra çizgisinin biraz solunda, saçma sapan bir sebepten cezalı olup bizi yalnız bırakan kaptanı gördüm. Ağlayan bir arkadaşıma sarılmış, teselli ediyordu. Yanlarında takımdan başka biri de ağlıyordu. Yanlarına doğru yürüdüm, göstermelik birkaç sarılma daha oldu aramızda. O ara kaptan bana bir şey söyledi ama ne söyledi anlamadım. Maç biteli yedi dakika olmuştu ve sanki bir fırtınaya doğru yürüyor gibiydim, zaman akmıyor, tenimi sıyırıp geçiyordu.

Zúñiga’nın hareketi düşündüm. Nasıl da diziyle vurmuştu on numaramızın beline. Sonra puffladım. Mazeret aramak için önümde çok uzun zaman olacak, uykusuz gecelerimde zaten bu konuyu uzun uzadıya defalarca düşünecektim.

Aklıma Escobar geldi apansız. Dünya kupasından sonra öldürülen Kolombiya’lı futbolcu. Acaba sonum onun gibi gecenin üçünde, bir barın otoparkında, 38 kalibrelik bir silahla sıkılan altı kurşunla mı olacaktı? Bu risk sadece benim de için geçerli değil, bugün sahaya çıkan toplam on dört arkadaşım için de geçerliydi. Bir daha asla huzurlu uyuyamayacaktık.

Stadyumun devasa ekranları var. Eskiden oradan kendimi görmeyi çok severdim, yaylana yaylana yürür, kollarım daha kaslı çıksın diye kasardım. Şimdi baktım yine beni gösteriyor, yine kendimi izledim. Adımlarımı izledim, hissettiğimden daha iyi gözüküyordum. Sanırım bir on saniye gösterdi beni ve daha sonra bir elinde kola bardağı; diğer eli gözlükleriyle gözleri arasındaki gözyaşlarını silip bardağı kemire kemire ağlayan çocuğu gösterdi. Onun ağlayışını izledim ve bahis yapmış olmayacağına göre içten ağlıyordu ve bu anı ömrü boyunca hatırlayacak; gazeteleri ve internet sitelerini süsleyecekti. Çocuktan sonra yüzünü bayrağımız gibi boyayan orta yaşlı bir kadının ağlamasını gösterdi, gözyaşları yüzündeki boyayı akıtıyordu ve kadın çok çirkin ağlıyordu. Göz altları da, gözlerinin yanları da kırış kırıştı. Ağzı açıktı ve salyaları alt damağı ile üst damağı arasındaki örümcek ağları gibi duruyordu. Sonra o görüntü gitti, pos bıyıklı bir amcanın elindeki dünya kupasına sarılmış ağlak ifadesini gördüm. O da ağlıyordu. Düşündüm de herkes ağlıyordu. Muhtemelen annem de ağlıyordu. Daha fazla saha da duramadım ve soyunma odasına girdim.


Soyunma odasında çıt çıkmıyordu. Yalapşap bir duş aldım, giyindim ve takım otobüsüne doğru yürürken bizi izleyen taraflar hiçbir şey söylemiyordu. Sadece yuhluyorlardı ve asla affetmeyecek gibi gözlerimize bakıyorlardı. Kimsenin elinde akıllı telefonları yoktu. Bu anı kaydetmek istemiyorlardı. Bu anı hatırlamak istediklerinde fotoğraflarına bakmalarına gerek yoktu, kalplerindeki acıya bakmaları yeterli olacaktı. “Sokaklar yanacak bu gece”, dedi biri, öteki de, “İnsanlar ölecek”. Muhtemelen de öyle olacaktı.

Hiç yorum yok: