Yıllar yıllar önce sağ
kolum Turgut ve sol kolum Nejdet ile beraber butik bir mafyanın üç ayağıydık.
Öyle çok büyümekte gözümüz hiç olmadı, az olsun bizim olsun dedik ve küçük
esnafı sömürüp, küçük çekleri kırdık. Turgut şiddet kullanılmasının gerektiği durumlarda
sahneye çıkar ve rolünü en iyi şekilde oynardı. Hormonel dengesizlikle geçmiş
ergenlikte kalma çopur yüzü, parasının çoğunu harcadığı italyan takımları ve
kocaman elleri ile şiddet için doğduğu besbelliydi.
Sol kolum Nejdet ise
işin siyasi kısmı ile ilgilenirdi. İyi konuşurdu, Melih Gökçek gibi gülerdi ve
çözüm odaklı tavırlar sergilerdi. SHP’den Küçükçekmece Belediyesi encümen
üyeliği bile vardı. Nezaketini hiç bozmadan insanları öyle tatlı tehdit ederdi
ki şaşardınız.
Biz büyümeyelim, az
olsun bizim olsun, durmasını bilse Osmanlı çökmezdi, bir balonu ne kadar
şişirirsen patlamasına o kadar yaklaşırsın gibi şeyler söyleyip yirmi yıla
yakın hüküm sürdüysek de; genç ve umut vadeden siyah paltolu bir organizasyon
tarafından darmaduman edildik. Öyle ki savaşın sonunda elimizde hiçbir şeyimiz
kalmadığı gibi artık yürüyemiyorduk bile. Eskiler topuğa sıkardı, yeniler
belden aşağısını felç ediyor. Yine de “Omerta deriz, çekeriz” dedik ve sustuk.
Onlar da üçümüzü Suz Huzurevine yerleştirdi ve burası kesinlikle sloganındaki
gibi “Cennete açılan cennetten bir köşe” değildi.
Biz bir kere hürmet
görmeye, insanların bize korkarak bakmasına, göz teması kuramamasına alışmışız.
Suz Huzurevinde bunların hiçbirini bulamadık. Sosyal yönden de hiç
gelişmediğimizi de yine burada fark ettik. Mesela normal insanlar gibi
konuşamıyoruz, iki dakika sonra ya racon kesiyoruz ya da sohbeti kesiyoruz. Bir
de üstüne üstlük birkaç Yeşilçam filminde jönlük yapmış bir adam da bizim gibi
burada kalıyor. Herkes jöne hürmet ediyor, arada sırada televizyon kanalları
geldiği için yönetimle de arası çok iyi.
Bir de Beril Hanım var.
Ufak tefek, küçücük elleri var, kişisel gelişimciler gibi konuşuyor ve çok
güzel gülümsüyor. Dört evlilik yapmış olmasına ve dördünün de şair olmasına
şaşırmamak gerek. Bir keresinde okey oynarken “Tüm kötü şairler bana aşık olur,
1962’deki Artist Mecmua’sının açtığı yarışmanın jürisinde bir tane daha fazla
kötü şair olsa Filiz Akın değil ben artist olurdum” demişti. Huzurevinde en çok
mektubu o alırdı; merhum bir oda arkadaşının dediği gibi “Zarfı açar ve şiirse
okumadan direkt çöpe atar ve ona sadece şiirler gelir” Ama Beril Hanım’la on
beş dakika geçirip kağıt kaleme sarılmamak mümkün müydü?
Değildi. Ama
duyduklarımdan sonra ona şiir yazıp vermek de olmazdı.
Bitmiş tükenmiş bir
mafya olmamıza rağmen kendi aramızdaki hiyerarşimizi koruyorduk. O Salı sabahı
Posta Gazetesi Turgut’un elinde olmasına rağmen önce okumam için bana uzattı.
Ben de her sabah olduğu gibi heyecanla Yurdum Şairleri köşesini açtım ve
beynimden vurulmuşa döndüm. Üçümüzün şiirleri yan yana yayımlanmıştı.
Önce Nejdet’in “Kalp
Atışım” isimli şiiri, onun sağında benim “Tek Hayalim Sensin” şiirim, benim de
sağımda Turgut’un “Yar” isimli şiiri. Üç şiirinde Beril Hanım’a yazıldığı
besbelliydi. Özellikle kendisine emeli deyip, kırk beş buçuk yıldır şiir
yazdığını öne süren Turgut ‘Beril’im’ diye akrostiş bile yapmıştı.
Öğlen olmada üçümüz de
odalarımızı değiştirdik. Hatta Nejdet kendisini tebrik eden jön eskisinin sol
ayağının üstünden tekerlekli sandalye ile geçerek adamın ayak tarak kemikleri
un ufak bile etti.
Üçümüz de kötüydük,
üçümüz de daha önce adam öldürmüştük, hem de hiç pahasına. Yine yapabilirdik. Hem
zaten tekerlekli sandalye bağımlı olarak Suz Huzurevinde yaşıyorduk. Cezaevi
şartları şimdiki halimizden ne kadar kötü olabilirdi ki? Yaşlıyız diye hapse bile atılamazdık.
Olaydan sonraki ilk öğlen yemeğinde üçümüz
de salonu birer köşesinde tek başımıza oturmuş Beril Hanım’a bakıyorduk. O ise
bu filmi kim bilir kaç kez görmüştü, gözünü üçümüzden de kaçırıyor umursamaz
gözükmeye çalışıyordu.
İlk hamle Turgut'tan
geldi ve akşam yemeğinde elindeki meyve bıçağı ile bana saldırdı. Araya
yıpranmış adaleler, tekerlekli sandalyelerimizin tekerlekleri ve görevliler
girdi ve emeline ulaşamadı. İş hemen önce yönetime, sonra polise yansıdı. “Şakalaşıyorduk,
arkadaşlar yanlış anladı” dedim ve olayın üstünü örttüm. Hatta Turgut’la
sarılıp öpüştük bile. Hem de hayatımızda ilk kez.
Bir hafta sonra ise Nejdet
hastanelik oldu. Odasını temizleyen görevli ayakkabısının içinde haplarını
buldu. Nejdet ilaçlarını içmiyordu. Herkes yaşlılığın insanı delirtmesine
yorduysa da asıl amaç Turgut ve beni zehirlemekti. Hastaneden iki ay sonra
taburcu olduğunda artık sağ tarafını hiç hissetmiyordu.
Tabi ki ki ben de boş
durmadım. Hasta bakıcıya köşeye ayırdığım parayı verdim ve bana silah temin
etmesini istedim. “Ayıpsın dede, biz Karabayır çocuğuyuz”, dedi ve bir daha işe gelmedi. Biraz daha
param vardı, yeni hasta bakıcıya da aynı teklifi yaptım ve aynı şekilde
kazıklandım. Artık eskisi kadar zeki değildim. Arada sırada namaz kıldım ve “Allah’ım rica ediyorum Turgut ve Nejdet ölsün” diye dua ettim. Dualarım bir fazlası ile kabul
oldu.
Bir sabah üçümüz de ölü
bulunduk. Daha doğrusu öldürülmüş bulunduk. Katil ya da katillerimiz asla
bulanamadı. Hayır polis ne yapsın, o kadar çok kötü şair var ki.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder