12 Aralık 2013 Perşembe

kötü şairler - ben kişisi ile

Yıllar yıllar önce sağ kolum Turgut ve sol kolum Nejdet ile beraber butik bir mafyanın üç ayağıydık. Öyle çok büyümekte gözümüz hiç olmadı, az olsun bizim olsun dedik ve küçük esnafı sömürüp, küçük çekleri kırdık. Turgut şiddet kullanılmasının gerektiği durumlarda sahneye çıkar ve rolünü en iyi şekilde oynardı. Hormonel dengesizlikle geçmiş ergenlikte kalma çopur yüzü, parasının çoğunu harcadığı italyan takımları ve kocaman elleri ile şiddet için doğduğu besbelliydi.

Sol kolum Nejdet ise işin siyasi kısmı ile ilgilenirdi. İyi konuşurdu, Melih Gökçek gibi gülerdi ve çözüm odaklı tavırlar sergilerdi. SHP’den Küçükçekmece Belediyesi encümen üyeliği bile vardı. Nezaketini hiç bozmadan insanları öyle tatlı tehdit ederdi ki şaşardınız.

Biz büyümeyelim, az olsun bizim olsun, durmasını bilse Osmanlı çökmezdi, bir balonu ne kadar şişirirsen patlamasına o kadar yaklaşırsın gibi şeyler söyleyip yirmi yıla yakın hüküm sürdüysek de; genç ve umut vadeden siyah paltolu bir organizasyon tarafından darmaduman edildik. Öyle ki savaşın sonunda elimizde hiçbir şeyimiz kalmadığı gibi artık yürüyemiyorduk bile. Eskiler topuğa sıkardı, yeniler belden aşağısını felç ediyor. Yine de “Omerta deriz, çekeriz” dedik ve sustuk. Onlar da üçümüzü Suz Huzurevine yerleştirdi ve burası kesinlikle sloganındaki gibi “Cennete açılan cennetten bir köşe” değildi.

Biz bir kere hürmet görmeye, insanların bize korkarak bakmasına, göz teması kuramamasına alışmışız. Suz Huzurevinde bunların hiçbirini bulamadık. Sosyal yönden de hiç gelişmediğimizi de yine burada fark ettik. Mesela normal insanlar gibi konuşamıyoruz, iki dakika sonra ya racon kesiyoruz ya da sohbeti kesiyoruz. Bir de üstüne üstlük birkaç Yeşilçam filminde jönlük yapmış bir adam da bizim gibi burada kalıyor. Herkes jöne hürmet ediyor, arada sırada televizyon kanalları geldiği için yönetimle de arası çok iyi.

Bir de Beril Hanım var. Ufak tefek, küçücük elleri var, kişisel gelişimciler gibi konuşuyor ve çok güzel gülümsüyor. Dört evlilik yapmış olmasına ve dördünün de şair olmasına şaşırmamak gerek. Bir keresinde okey oynarken “Tüm kötü şairler bana aşık olur, 1962’deki Artist Mecmua’sının açtığı yarışmanın jürisinde bir tane daha fazla kötü şair olsa Filiz Akın değil ben artist olurdum” demişti. Huzurevinde en çok mektubu o alırdı; merhum bir oda arkadaşının dediği gibi “Zarfı açar ve şiirse okumadan direkt çöpe atar ve ona sadece şiirler gelir” Ama Beril Hanım’la on beş dakika geçirip kağıt kaleme sarılmamak mümkün müydü?

Değildi. Ama duyduklarımdan sonra ona şiir yazıp vermek de olmazdı.

Bitmiş tükenmiş bir mafya olmamıza rağmen kendi aramızdaki hiyerarşimizi koruyorduk. O Salı sabahı Posta Gazetesi Turgut’un elinde olmasına rağmen önce okumam için bana uzattı. Ben de her sabah olduğu gibi heyecanla Yurdum Şairleri köşesini açtım ve beynimden vurulmuşa döndüm. Üçümüzün şiirleri yan yana yayımlanmıştı.

Önce Nejdet’in “Kalp Atışım” isimli şiiri, onun sağında benim “Tek Hayalim Sensin” şiirim, benim de sağımda Turgut’un “Yar” isimli şiiri. Üç şiirinde Beril Hanım’a yazıldığı besbelliydi. Özellikle kendisine emeli deyip, kırk beş buçuk yıldır şiir yazdığını öne süren Turgut ‘Beril’im’ diye akrostiş bile yapmıştı.

Öğlen olmada üçümüz de odalarımızı değiştirdik. Hatta Nejdet kendisini tebrik eden jön eskisinin sol ayağının üstünden tekerlekli sandalye ile geçerek adamın ayak tarak kemikleri un ufak bile etti.

Üçümüz de kötüydük, üçümüz de daha önce adam öldürmüştük, hem de hiç pahasına. Yine yapabilirdik. Hem zaten tekerlekli sandalye bağımlı olarak Suz Huzurevinde yaşıyorduk. Cezaevi şartları şimdiki halimizden ne kadar kötü olabilirdi ki? Yaşlıyız diye hapse bile atılamazdık.

Olaydan sonraki ilk öğlen yemeğinde üçümüz de salonu birer köşesinde tek başımıza oturmuş Beril Hanım’a bakıyorduk. O ise bu filmi kim bilir kaç kez görmüştü, gözünü üçümüzden de kaçırıyor umursamaz gözükmeye çalışıyordu.

İlk hamle Turgut'tan geldi ve akşam yemeğinde elindeki meyve bıçağı ile bana saldırdı. Araya yıpranmış adaleler, tekerlekli sandalyelerimizin tekerlekleri ve görevliler girdi ve emeline ulaşamadı. İş hemen önce yönetime, sonra polise yansıdı. “Şakalaşıyorduk, arkadaşlar yanlış anladı” dedim ve olayın üstünü örttüm. Hatta Turgut’la sarılıp öpüştük bile. Hem de hayatımızda ilk kez.

Bir hafta sonra ise Nejdet hastanelik oldu. Odasını temizleyen görevli ayakkabısının içinde haplarını buldu. Nejdet ilaçlarını içmiyordu. Herkes yaşlılığın insanı delirtmesine yorduysa da asıl amaç Turgut ve beni zehirlemekti. Hastaneden iki ay sonra taburcu olduğunda artık sağ tarafını hiç hissetmiyordu.

Tabi ki ki ben de boş durmadım. Hasta bakıcıya köşeye ayırdığım parayı verdim ve bana silah temin etmesini istedim. “Ayıpsın dede, biz Karabayır çocuğuyuz”, dedi ve bir daha işe gelmedi. Biraz daha param vardı, yeni hasta bakıcıya da aynı teklifi yaptım ve aynı şekilde kazıklandım. Artık eskisi kadar zeki değildim. Arada sırada namaz kıldım ve “Allah’ım rica ediyorum Turgut ve Nejdet ölsün” diye dua ettim. Dualarım bir fazlası ile kabul oldu.


Bir sabah üçümüz de ölü bulunduk. Daha doğrusu öldürülmüş bulunduk. Katil ya da katillerimiz asla bulanamadı. Hayır polis ne yapsın, o kadar çok kötü şair var ki.

Hiç yorum yok: