23 Aralık 2016 Cuma

Platon'ik

Platon’ik
Akşam boyu çalışmaktan diz kapaklarım ağrıyor, belim ise sızıyordu –garsonum- Metroya oturur oturmaz kulaklığımı taktım ve her akşam olduğu gibi Matrix’in soundtrack albümünden rastgele bir şarkı açtım. Gerçeklikle ilgili Platon’ik şüphelerim arada zihnimi sarıyordu. Tam karşıma ise aynı model kemik gözlükleri olan beyaz yakalı çift oturdu. Evli olmadıklarını hatta aynı eve gitmediklerini ilk saniyede sezdim. Birbirlerinin ellerini çok çekingen tutuyorlardı. Sonra her şey birden bire oldu.
Kadın ayağa kalktı ve cebinden çıkarttığı pembe tüylü anahtarlığı ile kilotlu çorabını kaçırmaya başladı. Adam ise sakince kadını izliyordu. Çağımızın refleksini gösterdim ve olan biteni cep telefonumla çekecektim ki; kadın iki gözünü de aynı anda bir kez kırparak Lütfen, dedi. Güzel ve yerli yerinde bir Lütfendi. Telefonumu tekrar cebime mahcupça koydum.
Kadın kilotlu çorabını paramparça ederken bir durak geçmiştik. Vagonun geri kalanına baktım, kimse bizi izlemiyordu. Eskiden futbol oynadığını Kempes modeli saçlarından çıkarttığım yaşlı bir adam iddia bülteni okuyor, kör olduğunu güneş gözlüklerinin karanlığından ve yanındaki rehber köpekten anladığım bir kadın tırnaklarını törpülüyor, rap dinlediğini dudaklarını hareketlerinden ve tişörtünün bolluğundan tahmin ettiğim bir ergen başı önünde müzik dinliyor, lanet bir bebenin dadılığını ekmek parası için yaptığını gözlerindeki hüzünden ve saç modelinden sezdiğim bir kadın uyukluyor, yeni nişan attığını nişan yüzüğü yerini ovalamasından hissettiğim genç bir kız intiharı düşünüyor ve mutlu olduğunu gülümsemesinden anladığım bir turist ülkeyi geziyordu.
Tekrar beyaz yakalı çifte döndüğümde ise kadının çorabını iyice parçalamış, çorabın bir kısmını bacaklarından ayak bileklerine doğru yuvarlamıştı . Adam gözlüklerini kravatına silerken kadın adamın gözlüğünü altı ve yere bıraktı nazikçe. Sonra da ezdi. Adam tepkisizce, Bu hiç adil değil, dedi; kadın ise ses çıkmasın diye ağzını iyice kapata kapata gülmeye başladı. Hatta hadi sen de gülsene dercesine baktı. Ben de gülümsedim. Gülümsedim ama gülümsememin altında komik olması değil; ilginç ve korkutucu olması yatıyordu.
Metro durdu ve hiçbir yolcu metroya binmedi.
Adam, Hah! Kimse binmedi! Şimdi ne yapacaksın peki? diye sordu.
Oyunu anlamıştım sanırım. Kimse binmezse kadın acayip bir şey yapıyordu, demek biri binse acayip şeyi adam yapacaktı.
Kadın hiç istifini bozmadı ve rujunu çıkartıp gözlerinin altına kızılderili gibi ince tek bir şerit olarak sürdü. Sonra da aynasından kendine baktı ve gülmeye başladı. Kadın ne kadar da tatlıydı ya. Böylesi hiç bana denk gelmezdi.
Diğer durağa geldiğimizde feci heyecanlandım. Oyun çok heyecanlıydı. Otomatik kapı açıldı ve bu sefer içeri boz bir kürk giymiş, kürkü rengi uzun düz saçları olan gayet toplu, yaşlı bir kadın girdi. Bize baktı ama vagonun diğer tarafında doğru yürümeye başladı. Gözlerimi kürklü kadından beyaz yakalı çifte doğru çevirmiştim ki, adamın ayakkabılarını ve çoraplarını çıkarttığını fark ettim. Sonra ayakkabılarını geri giydi ve çoraplarını bir apolet gibi omzuna koydu. Kız güldü ama öyle içten gülmedi. Daha fazlasını istiyordu haklı olarak.
Diğer durakta kör kadın köpeğini çekiştire çekiştire indi, hiç evlenmediklerine ve kardeş olduklarına yemin edebileceğim aynı çirkin yüz hatları ve pantolonlara sahip kırklı yaşlarda iki erkek bindi. Adam ise tekrar giydiği ayakkabılarını çıkarttı ve bond çantasını açıp içine koydu. Kız bu sefer beğendi hareketi ve gülmeye başladı. Birbirlerine çak dediler ve yumruklarını tokuşturdular. Ben adamın ayaklarının çirkinliğine istemsizce bakarken metro bir kez daha durdu. Bu sefer içeri bir bando şefi girdi. Nerden mi anladım? Kıyafetlerinden.
Beyaz yakalı çiftin eril olanı ise somurttu ve Bando şefi ne alaka ya? dedi. Adam haklıydı ama yapacak bir şey yoktu, oyunun kurallarını bozamazdı. Kravatını çıkarttı ve metroda ayakta gidenlerin tutunması için olan şeylerden birine tersten astı. Bakıldığında idam ipi gibi duruyordu ve kabul etmeliyim ki yaratıcı bir hareketti. Yerine otururken, Bu kravata tam yüz yirmi altı lira vermiştim diyerek somurtuyor; kadın ise gülmeye devam ederken; bana ne, bana ne dercesine omuzlarını silkeliyordu.
Metro durdu. Tıss, otomatik kapı açıldı. Dualarım gerçek oldu, kimse girmedi. Her ne kadar kadının kazanmasını istesem de diğer yandan onun yapacağı çılgınlıkları görmeyi daha çok istiyordum. Kadın, kadınca bir refleksle ne yapacağını çoktan hazırlamıştı. Otomatik kapı kapanı kapanmaz çantasından sigarasını çıkarttı ve yaktı. Derin bir nefes aldıktan sonra bana İster misin? dedi. Ben evet de diyemedim, hayır da diyemedim. Zaten kadın da bana uzun uzun bakmadı. Derin nefesler alıp adamın yüzüne doğru birkaç kez üfledi. Diğer durağa kadar hızlı hızlı sigarasını içti, sonra metro durağa yaklaşınca sigarasını yere atıp söndürdü. Sigarayı kadına pek yakıştırmam ama çok güzel içiyordu.
Sinirli sinirli bakan, uzun yaşlıca bir adam metroya bindi. Beyaz yakalı adam sigara neden benim aklıma gelmedi ya, diye söylenirken kadın yine kıkırdıyordu. Adam on saniye kadar düşündü; bond çantasından su, cebinden şu ilaca benzeyen sakızlardan çıkarttı ve hepsini teker teker hap gibi yutmaya başladı. O an keşke yuttukları sakız değil de ilaç olsa diye geçirdim.
Kadın bu fikri çok beğendi ve daha önceki şen kahkahaları ilk kez şuhlaştı. Ve benim duygularım yine iç içe girdi. O şuh kahkahaları duymak güzeldi ama kahkahayı attıran ben olmayınca öyle çok bir anlamı da olmuyordu. Canım sıkkın üstüme ağırlık çökmüşken metro durdu. Beyaz yakalı çift seri hareketlerle kalktılar ve indiler. Sonra baktım metrodaki herkes iniyordu. Ortama ve olaylara kendimi öyle kaptırmıştım ki, son durağa geldiğimizi fark etmemiştim. Ben de indim, inmeden asılı olan kravatı alsam mı diye düşünmedim değil ama ne işime yarayacaktı ki?

Metro istasyonun merdivenlerinden yukarı doğru çıkarken; bir yandan bu yolculuk boyunca yaşadıklarımın gerçekliği sorguluyor, bir yandan da biraz önce aşık olduğum beyaz yakalı çiftin kadın olanını takip edip etmemeye karar vermeye çalışıyordum. 

Hiç yorum yok: