Platon’ik
Akşam boyu çalışmaktan
diz kapaklarım ağrıyor, belim ise sızıyordu –garsonum- Metroya oturur oturmaz
kulaklığımı taktım ve her akşam olduğu gibi Matrix’in soundtrack albümünden
rastgele bir şarkı açtım. Gerçeklikle ilgili Platon’ik şüphelerim arada zihnimi
sarıyordu. Tam karşıma ise aynı model kemik gözlükleri olan beyaz yakalı çift
oturdu. Evli olmadıklarını hatta aynı eve gitmediklerini ilk saniyede sezdim.
Birbirlerinin ellerini çok çekingen tutuyorlardı. Sonra her şey birden bire
oldu.
Kadın ayağa kalktı ve
cebinden çıkarttığı pembe tüylü anahtarlığı ile kilotlu çorabını kaçırmaya
başladı. Adam ise sakince kadını izliyordu. Çağımızın refleksini gösterdim ve
olan biteni cep telefonumla çekecektim ki; kadın iki gözünü de aynı anda bir
kez kırparak Lütfen, dedi. Güzel ve yerli yerinde bir Lütfendi. Telefonumu
tekrar cebime mahcupça koydum.
Kadın kilotlu çorabını
paramparça ederken bir durak geçmiştik. Vagonun geri kalanına baktım, kimse
bizi izlemiyordu. Eskiden futbol oynadığını Kempes modeli saçlarından
çıkarttığım yaşlı bir adam iddia bülteni okuyor, kör olduğunu güneş
gözlüklerinin karanlığından ve yanındaki rehber köpekten anladığım bir kadın
tırnaklarını törpülüyor, rap dinlediğini dudaklarını hareketlerinden ve tişörtünün
bolluğundan tahmin ettiğim bir ergen başı önünde müzik dinliyor, lanet bir
bebenin dadılığını ekmek parası için yaptığını gözlerindeki hüzünden ve saç
modelinden sezdiğim bir kadın uyukluyor, yeni nişan attığını nişan yüzüğü
yerini ovalamasından hissettiğim genç bir kız intiharı düşünüyor ve mutlu
olduğunu gülümsemesinden anladığım bir turist ülkeyi geziyordu.
Tekrar beyaz yakalı
çifte döndüğümde ise kadının çorabını iyice parçalamış, çorabın bir kısmını
bacaklarından ayak bileklerine doğru yuvarlamıştı . Adam gözlüklerini kravatına
silerken kadın adamın gözlüğünü altı ve yere bıraktı nazikçe. Sonra da ezdi. Adam
tepkisizce, Bu hiç adil değil, dedi; kadın ise ses çıkmasın diye ağzını iyice
kapata kapata gülmeye başladı. Hatta hadi sen de gülsene dercesine baktı. Ben
de gülümsedim. Gülümsedim ama gülümsememin altında komik olması değil; ilginç
ve korkutucu olması yatıyordu.
Metro durdu ve hiçbir
yolcu metroya binmedi.
Adam, Hah! Kimse binmedi!
Şimdi ne yapacaksın peki? diye sordu.
Oyunu anlamıştım
sanırım. Kimse binmezse kadın acayip bir şey yapıyordu, demek biri binse acayip
şeyi adam yapacaktı.
Kadın hiç istifini
bozmadı ve rujunu çıkartıp gözlerinin altına kızılderili gibi ince tek bir
şerit olarak sürdü. Sonra da aynasından kendine baktı ve gülmeye başladı. Kadın
ne kadar da tatlıydı ya. Böylesi hiç bana denk gelmezdi.
Diğer durağa
geldiğimizde feci heyecanlandım. Oyun çok heyecanlıydı. Otomatik kapı açıldı ve
bu sefer içeri boz bir kürk giymiş, kürkü rengi uzun düz saçları olan gayet
toplu, yaşlı bir kadın girdi. Bize baktı ama vagonun diğer tarafında doğru
yürümeye başladı. Gözlerimi kürklü kadından beyaz yakalı çifte doğru
çevirmiştim ki, adamın ayakkabılarını ve çoraplarını çıkarttığını fark ettim. Sonra
ayakkabılarını geri giydi ve çoraplarını bir apolet gibi omzuna koydu. Kız
güldü ama öyle içten gülmedi. Daha fazlasını istiyordu haklı olarak.
Diğer durakta kör kadın
köpeğini çekiştire çekiştire indi, hiç evlenmediklerine ve kardeş olduklarına
yemin edebileceğim aynı çirkin yüz hatları ve pantolonlara sahip kırklı
yaşlarda iki erkek bindi. Adam ise tekrar giydiği ayakkabılarını çıkarttı ve bond
çantasını açıp içine koydu. Kız bu sefer beğendi hareketi ve gülmeye başladı. Birbirlerine
çak dediler ve yumruklarını tokuşturdular. Ben adamın ayaklarının çirkinliğine
istemsizce bakarken metro bir kez daha durdu. Bu sefer içeri bir bando şefi
girdi. Nerden mi anladım? Kıyafetlerinden.
Beyaz yakalı çiftin
eril olanı ise somurttu ve Bando şefi ne alaka ya? dedi. Adam haklıydı ama
yapacak bir şey yoktu, oyunun kurallarını bozamazdı. Kravatını çıkarttı ve
metroda ayakta gidenlerin tutunması için olan şeylerden birine tersten astı. Bakıldığında
idam ipi gibi duruyordu ve kabul etmeliyim ki yaratıcı bir hareketti. Yerine otururken,
Bu kravata tam yüz yirmi altı lira vermiştim diyerek somurtuyor; kadın ise
gülmeye devam ederken; bana ne, bana ne dercesine omuzlarını silkeliyordu.
Metro durdu. Tıss,
otomatik kapı açıldı. Dualarım gerçek oldu, kimse girmedi. Her ne kadar kadının
kazanmasını istesem de diğer yandan onun yapacağı çılgınlıkları görmeyi daha
çok istiyordum. Kadın, kadınca bir refleksle ne yapacağını çoktan hazırlamıştı.
Otomatik kapı kapanı kapanmaz çantasından sigarasını çıkarttı ve yaktı. Derin bir
nefes aldıktan sonra bana İster misin? dedi. Ben evet de diyemedim, hayır da
diyemedim. Zaten kadın da bana uzun uzun bakmadı. Derin nefesler alıp adamın
yüzüne doğru birkaç kez üfledi. Diğer durağa kadar hızlı hızlı sigarasını içti,
sonra metro durağa yaklaşınca sigarasını yere atıp söndürdü. Sigarayı kadına
pek yakıştırmam ama çok güzel içiyordu.
Sinirli sinirli bakan,
uzun yaşlıca bir adam metroya bindi. Beyaz yakalı adam sigara neden benim
aklıma gelmedi ya, diye söylenirken kadın yine kıkırdıyordu. Adam on saniye
kadar düşündü; bond çantasından su, cebinden şu ilaca benzeyen sakızlardan
çıkarttı ve hepsini teker teker hap gibi yutmaya başladı. O an keşke yuttukları
sakız değil de ilaç olsa diye geçirdim.
Kadın bu fikri çok
beğendi ve daha önceki şen kahkahaları ilk kez şuhlaştı. Ve benim duygularım
yine iç içe girdi. O şuh kahkahaları duymak güzeldi ama kahkahayı attıran ben
olmayınca öyle çok bir anlamı da olmuyordu. Canım sıkkın üstüme ağırlık
çökmüşken metro durdu. Beyaz yakalı çift seri hareketlerle kalktılar ve
indiler. Sonra baktım metrodaki herkes iniyordu. Ortama ve olaylara kendimi
öyle kaptırmıştım ki, son durağa geldiğimizi fark etmemiştim. Ben de indim,
inmeden asılı olan kravatı alsam mı diye düşünmedim değil ama ne işime
yarayacaktı ki?
Metro istasyonun
merdivenlerinden yukarı doğru çıkarken; bir yandan bu yolculuk boyunca
yaşadıklarımın gerçekliği sorguluyor, bir yandan da biraz önce aşık olduğum
beyaz yakalı çiftin kadın olanını takip edip etmemeye karar vermeye çalışıyordum.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder