:-*
-Hasan
Celal Güzel’e-
Maceraya biraz ara
vermiş, bir çöp varilinin üzerinde çömelmiş hiçbir şey düşünmemeye
çalışıyordum. Tam iki litre su içmiştim ama dilim damağıma yapışmış durumdaydı.
Sol tarafımdan iki dilenci geldi. Anneannem dilenci dediğimi duysa çok kızar,
“Hayırcı onlar, hayırcı” derdi. Çoklu organ yetmezliğinden ölmek üzere
olduğunda beyni hala ona fazlası ile yetiyordu “Evlen aptal oğlum evlen artık,
evlen” derken de öldü, birkaç nefesi kalmış olsalarl da evlen demeye devam
ederdi. Ne kadar da acı sonsözler. Birçok şey biliyorum ama insan ölünce dünya
ile ilişkileri kesiliyor mu bilmiyorum. Sırf bu bilgi için bildiğim her şeyi
unutmaya da razıyım.
Merhum anneannemi
kızdırma pahasına, üstüne basa basa tekrarlıyorum ki; dilenci(!) çift yanıma
geldi ve alçak sesle bir şeyler mırıldanıp ellerini açtılar. Dilenme ve para
konusunu daha önce birçok kez düşündüğüm için karar vermem çabuk sürdü. “Allah
versin, Allah versin” diyerek yüzlerine bile bakmadım. Onlar da yüzüme bakmadı.
Yüzüne bakmadığım birinin yüzüme bakmadığını nasıl mı biliyorum? Biliyorum
işte. Zaten hikayeye ‘maceraya biraz ara vermiş...’ diyerek başladım. Var bende
birkaç numara.
Olaya gireyim o zaman,
vaktim dar. Uçmalı lazerli, pelerinli maskeli biri değilim. Sadece iyi tat
alabiliyorum. Kanserin tadını. Hatta tadından hangi evrede ve hangi organda
olduğunu da tespit edebiliyorum, uzmanlaştım artık. Kanserli tüm hikayeler
üzücüdür. Ama benim bu özelliğimi nasıl keşfettiğim o kadar da hüzünlü değil.
Her şey yağmurlu bir Salı öğleden sonrası başladı…
Annemin günü vardı.
Okula gitmemiş, sabah parkta çekirdek kola yapmış, sonra bir saat internet
kafede counter atmış (bakmayınız: counter, saçma sapan bir oyun) ve sonra da
arkadaşlarla biraz top oynamıştım. Tastamam on beş yaşındaydım. Derse girsem bu
kadar yorulmazdım. Okulun dağılmasına nişanladığım eve dönüşümde de, beni iki
düzine kadar kadın ayakkabısı karşılamıştı. İstemeye istemeye kapıyı çaldım.
Annem sahte ve kocaman gülümsemesi ile bana devasa bir hoş geldin yavrummm,
dedi ve içeri buyur etti. Ve ekledi, hadi misafirlerimize hoş geldin de…
Sol baştan başladım el
öpmeye. Hayır, çeneni sürtsene; yok, illa öpeceğim, (bir ara bkz: S.Freud)
dudaklarım kurumuşken sıra Yurdanur Teyze’ye geldi. Onun elini öperken de
dudağıma acayip bir tat geldi. En zor kısma geldim. Daha önce hiç tadılmamış
bir tadı birine anlatmak.
İlkokuldayken hiç kivi
yememiş bir arkadaşımıza öğretmenimizi kiviyi; salatalık ile çileğin karışımı
gibi düşün, demişti. Daha önce tadılmış iki şeyin karışımı değil ama kanser.
Gurme takımı gibi; damağımda lezzet bombaları patlıyor ya da dilimde üstünde
sanki bir çingene ailesi kendi kendine eğleniyor falan da demeyeceğim. Çok
acayip bir tat. Biraz anlatmayı deneyeceğim ama. Bir kere ilk tattıktan sonra
bu ne gibiydi diye düşünüp durdum. Eski bir tat gibi, bir çocukluk anısı gibi
bir şeyi var. Öyle yeni denenmiş bir şey gibi değil. Tat değil ama etki olarak
kıyaslarsak; tarhana çorbası ile suşi aklıma geliyor. Bana tadı tarhana çorbası
gibi gelmişti. O kadar eski ve o kadar benden, öyle suşi gibi değil. Sonra
mübareğin tadı dakikalarca dudağında kalıyor. Yalanıp duruyorsun istemsizce. Bu
etki de ilk öpüşmemden sonra otobüsle eve giderken yaşamıştım. Dilim dudağımda
gezmişti yol boyunca ve suratımda salak bir sırıtma vardı. Ve eklemem gereken
kısım kokusu. Var ama dudağın değmeden
kokusunu alamıyorum. Sanki burnumdaki duyargaçların tetiklenmesi için dudağımın
temas etmesi gerekiyor gibi. Neyse sonuna geçeyim. Pek anlayamayacağınızın
farkındayım. Özlemiyorum. Bir kanser hastası olsa da öpsem gibi bir his hiç yaratmıyor.
Ama olunca da kendimi tutamıyor, bu benzersiz lezzete asla hayır diyemiyorum.
İki ay sonra Yurdanur
Teyze’nin kemoterapiye başladığını duydum, dört ay sonra da öldüğünü. Bu sürede
iki kez gördüm onu ve her ikisinde de hem elinden hem de yanaklarından öptüm.
Pankreas kanseriymiş. Pankreasın tadı biraz daha yoğundur. Aslında tüm
kanserlerin tadı aynı, ben yoğunluğundan ne kanseri olduğunu anlayabiliyorum.
Ateş düştüğü yeri
yakar. Ne ailemden, ne arkadaşlarımdan biri henüz kanser olmadı; ki düzenli
kontrol ederim hepsini. Hep ikinci dereceden hissettim. Dayıoğlum ya da
kankamın kız arkadaşının kanseri çok etkilemedi beni. Üzüldüm ama başka bir
konuya zihnim çabuk geçebildi ya da sabah uyandığımda bu duygu ile uyanmadım.
Düzenli kontrol derken
bazen beni kendimi elimi öperken görebilirsiniz. Tamamen kontrol amaçlı. Bir de
terzi kendi söküğünü dikemezmiş. Umarım kendimde tadı alabilirim. Erken teşhis
süreyi uzatır.
Gel gelelim benim bu
özelliğimi nasıl kullandığıma. İlk beş sene hiçbir şey yapmadım. Öyle çok
düşünmedim de bu durumu. Birkaç uzaktan tanıdığı öptükten sonra, “mutlaka bir
hastaneye git, seni hiç iyi görmedim” gibi şeyler söyledim. Dinleyen de oldu
dinlemeyen de; keyifleri bildi ve evet hepsi öldü. Sonra ergenliğin son
düzlüğünde de bir seçilmiş insan psikolojisine girdim ve bu özelliğimi en iyi
şekilde kullanmakla yükümlü olduğum bilinci çöktü. İşte o zaman çok
düşündüm. Ne yapabilirim? Birkaç sene de
bunu düşündüm.
Kalabalık ortamlara
sızıyordum. Düğün cenaze falan hiç kaçırmıyordum. “El öpenlerin çok olsun”
lafını duyup duruyordum ama çevremden taşmam lazımdı. Daha çok insanı
öpmeliydim! Daha çok!
Sonra bir bahar akşamı
kuruyemişçiden çıkarken takım elbiseli güler yüzlü, tonton bir adam benimle
tokalaştı ve öptü. Şap şap! Ne olduğumu anlamadım. Elimi de bırakmadı,
gözlerimin içine içine baktı birkaç saniye ve “Oyunuza talibim” dedim. Sonra da
bir başkasını öptü, sonra bir başkasını daha, bir başkasını, bir başkasını…
İşte o an bende ışık yandı.
Merkez sağda hemen
kendime bir yer buldum, ki keşke solda yer bulsaydım. Gerçi konjonktür değişir
oraya da geçerim. Çünkü sağcı kadınların bir kısmı ellerini bile vermiyor.
Bugün partimizin olağan genel kurulu var. Her ilden delegelerimiz ve onları
kiraladığı otobüslere binip kumanya karşılığı gelmiş binlerce kişi burada; bir
spor salonunda tıkış tıkış ve manasızca duruyor. İki tribünü öptüm ve
hoşgeldin’ledim. Kalan iki tribünü ise sigaram bittikten sonra öpeceğim. Durum
çok kötü değil. On bir kanser teşhis ettim ve ne yazık ki beşi Karadeniz bölgesinden.
Sabah hepsini gizli numaradan arar ve durumlarını bildiririm. Çoğu dinlemez
beni. Telefon mutlaka yüzüme kapanır. Ama akıllarının bir köşesinde de yer
eder. Sonrası onların bileceği şey.
Hikayenin başındaki
dilencinin bana bakmadığını nasıl anladığıma gelince. Onu da başka zaman
anlatayım. Görev beni bekler. Hadi hepinizi öptümmm…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder