CEVAT KELLE
Çok güzel asfaltı olan
daracık yollardan yürüyorduk kameraman arkadaşım Cevat’la birlikte. Tam
teşekküllü bir karakter olan Cevat’ın yanında çakısı, içinde soğuk su ve sıcak
kahve bulunan çift yönlü termosu, yolda kedi görürse mahcup olmamak için
yanında taşıdığı azıcık kedi maması, sadece karın bölgesindeki çatlaklarına
karşı reaksiyon gösteren çatlak kremi, sıkılırsa okumak için yıllardır yanında
taşıdığı ama bir sayfasını bile okumadığı Neitzche’nin bir kitabı, bıyık
tarağı, imha kılavuz, katlanabilir merdiveni, creativitesi, cesareti ve ben
bildim bileli dudaklarının arasında durup hiç yanmayan sigarası vardı. Artık
kamera ile gezmediğinden yanına daha çok ıvır zıvır alabiliyordu. Son görevimizde,
bronz madalya için mücadele eden muhalif bir partinin mitinginde, Cevat daha
iyi açı yakalayabilmek başka kanalda çalışan bir meslektaşını göstererek
“Yandaş!” diye bağırmış; sonrasında müthiş bir arbede olmuş, beyaz plastik
sandalyeler havalarda uçuşmuş, kafalar kollar kırılmış, dişler dökülmüş ve
işsiz kalmıştık. Artık akıllı telefonumuz ile gazetecilik yapıp görüntüleri
sosyal medyadan yayınlıyor ve teklif bekliyorduk.
Daracık asfaltı yolun
sonunda, üniversite öğrencisi dört kız kendini evlerine hapsetmiş, Türkiye daha
güzel bir yer olmazsa her akşamüstü saat beşte birimiz kendini öldürecek diye
Facebook’tan duyurmuşlardı. İlk gün sarışın ufak tefek ve çok güzel bir kız
olan Şule Üstünsoy, kendisine hiç göremediği babasından miras kalan kalıtımsal
hastalıkları için kullandığı ilaçların hepsini tek seferde enerji içeceği ile
beraber aç karnına yutarak canına kıyınca kimse olayın ciddiyetine varmamış;
diğer gün aynı evde yaşayan, hiç kimseye benzemeyen boncuk gözleri ve yay gibi
incecik muntazam kaşları ile bakanın bir daha baktığı Yağış Erturgan bir ucunu
kalorifere bağladığı ipin diğer ucunu boynuna bağlayıp, camdan aşağı atlayarak
intihar litaratürüne ‘bangintihar’ olarak geçecek olan eylemini
gerçekleştirince herkes olaydan çok yönteme takıldığı için yine kimse eylemin
nedenine odaklanamamış; üçüncü gün, kömür karası saçları ve kocaman yanakları
olan Sevil Sirt de tuz ruhu içip kendini öldürünce ve herkes anlasın diye ölümünü
canlı olarak yayınlayıp kendilerini neden öldürdüklerini defalarca ve son nefesine
kadar tekrarlayınca olayın boyutu değişmişti. Evdeki dördüncü öğrencinin kim
olduğu olduğu bilinmediği gibi saat de dörde doğru akıyordu. Cevat yolda kedi
yavruları gördüğü için birkaç kez durmak zorunda kalmıştık.
Evin önü ise gerçekten
çok kalabalıktı. İnsanlar cep telefonlarının kameralarını evin penceresine
cevirmiş beklerlerken pencereden o gözüktü. Şans bu ya tatlı bir bahar yağmuru
da tam o anda başladı. Sarı saçları kıvırcıktı, yanakları ise al; bir elinde
bir silah vardı, diğerinde ise piknik tüpü. Silahını bize doğrulttu ama
hiçbirimiz korkmadık. Bu kadar güzel bir kız kendinden başka kimseyi
öldüremezdi.
Saçma sapan sorular
sordu herkes gazeteci refleksiyle, sanki her şey malum değilmiş gibi. Hepsine
cevap verdi sarı kıvırcık saçlı kız, kısa ve net olarak. Adı sorulduğunda, “Parmak
izimden teşhis edersiniz”, derken öyle alaycı gülümsedi ki; kimse o kadar
alaycı gülümseyemezdi. Üstünce kırmızı bir hırka vardı. Hırkayı ablası örmüş,
soracak bir şey bulamayan biri sorunca söyledi ve başka soru istemediğini de
ekledi.
Herkesin gözü
haberlerdeydi. Türkiye saat beşe kadar daha güzel bir yer olacak mıydı? Biri
“Yolcu otobüsü çimento kamyonuna çarpmış!” diye bağırdı. Tüm kalabalık üstüne
doğru yürüyünce, “Ama ölü ya da yaralı yokmuş!” diye cümlesini bitirdi. Herkes kıza
baktı, kız yeterli değil dercesine kaşlarını kaldırdı. Bir başkası “Mucize! Bak
bu mucize! Anne rahmindeki bir çocuğa anjiyo yapılmış!” dedi. Kız ise bu sefer
omuz silkti, “Keşke hiç gerek kalmasaydı”, dedi fısıltıyla. Karşısına dizilen
herkes haber sitelerini tarıyordu. Sonra birkaç arkadaş kendi aralarında
fısıldaştılar ve yalan haber uydurmaya çalışırken yanıma geldiler. “Abi sen
gazeteciliğin duayenisin, bilirsen sen bilirsin, nasıl bir haber bu kızı ikna
eder?” dediler. “Çocuklar, gazeteci kahraman değil, gözlemcidir. Biz sadece
izler ve insanların haberdar olmasına yardımcı oluruz” dedim. Aklıma iyi bir
yalan gelmemişti, gelse söylerdim. Türkiye’nin daha güzel bir ülke olması için
vakit çok kısaydı. Cevat’a döndüler, Cevat yabancılarla çok az konuşurdu. Aynı
kız gibi o da kaşlarını kaldırdı. Aynı mimik birinde güzelliği, temizliği ve
masumiyeti anlatırken, bir başkasında soğukluğu, umursamazlığı ve duyarsızlığı
anlatıyordu. Cevat’ın kaş itibari ile Atatürk’ü andırırdı.
Saat beşe beş vardı.
Çocuklar düşünüp taşınıp, kahramanlık refleksiyle son umut; “Türkiye’de artık
kadın cinayetleri durdu ve işsizlik sona erdi” diye aptalca bir şey söylediler.
Kız çocuklara öyle bir baktı ki; gözleri ile yerin dibine soktu. Çocukken,
misafirlikteyken; ev sahibinin vazosunu kırdığında annenin fırlattığı tehditkar
bakışlarından bile deliciydi o bakışlar. Herkes çocuklara aşağılarcasına
bakıyor, çocuklar ise kısık sesle, “Şansımızı denedik” gibilerinden bir şeyler
söylüyorlardı.
Ve saat beşe vurdu. Kız
silahının emniyetini açtı, daha önce eline silah aldığı belliydi. Yüzünde o
eşsiz gülümsemesi ile önündeki tüpe ateş etti.
Alev topu üstümüze
doğru gelirken kimse kaçmıyor, durumu cep telefonları ile kaydetmeye
çalışıyorlardı. Çoğu etti de. Hemen Cevat’a baktım; işlem tamam dercesine
gülümsüyordu. Tüpün alevi Cevat’ın sigarasını da yakmıştı. Bir nefes aldı,
öksürdü; bir nefes daha aldı, yine öksürdü; üçüncü nefesten sonra öksürmüyordu.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder