4 Kasım 2015 Çarşamba

Cevat Kelle

CEVAT KELLE

Çok güzel asfaltı olan daracık yollardan yürüyorduk kameraman arkadaşım Cevat’la birlikte. Tam teşekküllü bir karakter olan Cevat’ın yanında çakısı, içinde soğuk su ve sıcak kahve bulunan çift yönlü termosu, yolda kedi görürse mahcup olmamak için yanında taşıdığı azıcık kedi maması, sadece karın bölgesindeki çatlaklarına karşı reaksiyon gösteren çatlak kremi, sıkılırsa okumak için yıllardır yanında taşıdığı ama bir sayfasını bile okumadığı Neitzche’nin bir kitabı, bıyık tarağı, imha kılavuz, katlanabilir merdiveni, creativitesi, cesareti ve ben bildim bileli dudaklarının arasında durup hiç yanmayan sigarası vardı. Artık kamera ile gezmediğinden yanına daha çok ıvır zıvır alabiliyordu. Son görevimizde, bronz madalya için mücadele eden muhalif bir partinin mitinginde, Cevat daha iyi açı yakalayabilmek başka kanalda çalışan bir meslektaşını göstererek “Yandaş!” diye bağırmış; sonrasında müthiş bir arbede olmuş, beyaz plastik sandalyeler havalarda uçuşmuş, kafalar kollar kırılmış, dişler dökülmüş ve işsiz kalmıştık. Artık akıllı telefonumuz ile gazetecilik yapıp görüntüleri sosyal medyadan yayınlıyor ve teklif bekliyorduk.
Daracık asfaltı yolun sonunda, üniversite öğrencisi dört kız kendini evlerine hapsetmiş, Türkiye daha güzel bir yer olmazsa her akşamüstü saat beşte birimiz kendini öldürecek diye Facebook’tan duyurmuşlardı. İlk gün sarışın ufak tefek ve çok güzel bir kız olan Şule Üstünsoy, kendisine hiç göremediği babasından miras kalan kalıtımsal hastalıkları için kullandığı ilaçların hepsini tek seferde enerji içeceği ile beraber aç karnına yutarak canına kıyınca kimse olayın ciddiyetine varmamış; diğer gün aynı evde yaşayan, hiç kimseye benzemeyen boncuk gözleri ve yay gibi incecik muntazam kaşları ile bakanın bir daha baktığı Yağış Erturgan bir ucunu kalorifere bağladığı ipin diğer ucunu boynuna bağlayıp, camdan aşağı atlayarak intihar litaratürüne ‘bangintihar’ olarak geçecek olan eylemini gerçekleştirince herkes olaydan çok yönteme takıldığı için yine kimse eylemin nedenine odaklanamamış; üçüncü gün, kömür karası saçları ve kocaman yanakları olan Sevil Sirt de tuz ruhu içip kendini öldürünce ve herkes anlasın diye ölümünü canlı olarak yayınlayıp kendilerini neden öldürdüklerini defalarca ve son nefesine kadar tekrarlayınca olayın boyutu değişmişti. Evdeki dördüncü öğrencinin kim olduğu olduğu bilinmediği gibi saat de dörde doğru akıyordu. Cevat yolda kedi yavruları gördüğü için birkaç kez durmak zorunda kalmıştık.
Evin önü ise gerçekten çok kalabalıktı. İnsanlar cep telefonlarının kameralarını evin penceresine cevirmiş beklerlerken pencereden o gözüktü. Şans bu ya tatlı bir bahar yağmuru da tam o anda başladı. Sarı saçları kıvırcıktı, yanakları ise al; bir elinde bir silah vardı, diğerinde ise piknik tüpü. Silahını bize doğrulttu ama hiçbirimiz korkmadık. Bu kadar güzel bir kız kendinden başka kimseyi öldüremezdi.
Saçma sapan sorular sordu herkes gazeteci refleksiyle, sanki her şey malum değilmiş gibi. Hepsine cevap verdi sarı kıvırcık saçlı kız, kısa ve net olarak. Adı sorulduğunda, “Parmak izimden teşhis edersiniz”, derken öyle alaycı gülümsedi ki; kimse o kadar alaycı gülümseyemezdi. Üstünce kırmızı bir hırka vardı. Hırkayı ablası örmüş, soracak bir şey bulamayan biri sorunca söyledi ve başka soru istemediğini de ekledi.
Herkesin gözü haberlerdeydi. Türkiye saat beşe kadar daha güzel bir yer olacak mıydı? Biri “Yolcu otobüsü çimento kamyonuna çarpmış!” diye bağırdı. Tüm kalabalık üstüne doğru yürüyünce, “Ama ölü ya da yaralı yokmuş!” diye cümlesini bitirdi. Herkes kıza baktı, kız yeterli değil dercesine kaşlarını kaldırdı. Bir başkası “Mucize! Bak bu mucize! Anne rahmindeki bir çocuğa anjiyo yapılmış!” dedi. Kız ise bu sefer omuz silkti, “Keşke hiç gerek kalmasaydı”, dedi fısıltıyla. Karşısına dizilen herkes haber sitelerini tarıyordu. Sonra birkaç arkadaş kendi aralarında fısıldaştılar ve yalan haber uydurmaya çalışırken yanıma geldiler. “Abi sen gazeteciliğin duayenisin, bilirsen sen bilirsin, nasıl bir haber bu kızı ikna eder?” dediler. “Çocuklar, gazeteci kahraman değil, gözlemcidir. Biz sadece izler ve insanların haberdar olmasına yardımcı oluruz” dedim. Aklıma iyi bir yalan gelmemişti, gelse söylerdim. Türkiye’nin daha güzel bir ülke olması için vakit çok kısaydı. Cevat’a döndüler, Cevat yabancılarla çok az konuşurdu. Aynı kız gibi o da kaşlarını kaldırdı. Aynı mimik birinde güzelliği, temizliği ve masumiyeti anlatırken, bir başkasında soğukluğu, umursamazlığı ve duyarsızlığı anlatıyordu. Cevat’ın kaş itibari ile Atatürk’ü andırırdı.
Saat beşe beş vardı. Çocuklar düşünüp taşınıp, kahramanlık refleksiyle son umut; “Türkiye’de artık kadın cinayetleri durdu ve işsizlik sona erdi” diye aptalca bir şey söylediler. Kız çocuklara öyle bir baktı ki; gözleri ile yerin dibine soktu. Çocukken, misafirlikteyken; ev sahibinin vazosunu kırdığında annenin fırlattığı tehditkar bakışlarından bile deliciydi o bakışlar. Herkes çocuklara aşağılarcasına bakıyor, çocuklar ise kısık sesle, “Şansımızı denedik” gibilerinden bir şeyler söylüyorlardı.
Ve saat beşe vurdu. Kız silahının emniyetini açtı, daha önce eline silah aldığı belliydi. Yüzünde o eşsiz gülümsemesi ile önündeki tüpe ateş etti.

Alev topu üstümüze doğru gelirken kimse kaçmıyor, durumu cep telefonları ile kaydetmeye çalışıyorlardı. Çoğu etti de. Hemen Cevat’a baktım; işlem tamam dercesine gülümsüyordu. Tüpün alevi Cevat’ın sigarasını da yakmıştı. Bir nefes aldı, öksürdü; bir nefes daha aldı, yine öksürdü; üçüncü nefesten sonra öksürmüyordu.

Hiç yorum yok: