Babam Tek Kolu Olmayan Bir Postacıydı
Babam tek kolu olmayan
bir postacıydı. Sol kolu dirseğinin dört beş santim üstünden kesikti ve neden
öyle olduğunu bana hiç söylemedi. Kesik yerinden dikkatli bakılınca kemiği
gözükürdü, sanki zar gibi bir deri tabakasıydı kemiğinin dışarı çıkmasını
engelleyen. Zaten hayatımda babamdan iki kez sağ kroşe yedim. Babamın solu
ölmüş olsa da sağı süründürüyordu. Birinde daha küçükken ağlaya zırlaya
aldırdığım uçan balonu elimden kaçırdığım için, diğerinde ise ergenliği ilk ve
en sancılı yıllarında “Artık şu kolunun başına ne geldiğini anlatmanın vakti
gelmedi mi?” dediğim için. Onunda dışında standart bir babaydı. Sigara içer,
gazete okur; bizimle pek yüz göz olmazdı.
Hikayesinin sonuna
geleyim hemen; zaten hikaye pek bir şey bilmemem temeline dayanıyor. Babam
emekliliğine sayılı haftalar kala işi başında, bir apartmanın içinde, hiç
tanımadığı birinin bankaya olan borcunun hıncını çıkartması sonucu beş kurşunla
öldü. Adam sonra karısına sekiz ve kendisini de iki kurşun ayırmıştı. Özellikle
kendi kafasına iki kurşun sıkmış olması ve sonra karısına sıktığı sekiz
kurşunun da gözlerine denk gelmesi yüzünden babamı ölümü, üçüncü sayfa
haberinin içindeki üçüncü haber oldu ve pek kimse tarafından umursanmadı.
Asıl hikaye şimdi
başlıyor. Mezarlığa gittiğimizde annem, büyükbabam ve ben acılıydık tabi. Hiç
akrabamız olmadığından birbirimize kenetlenmiş hiç ayrılmıyorduk. Babamın
cesedini gassal yıkadı, dedemle ben izledik, hem de bir tek kelime dahi
etmeden. Gassal dualar ediyordu sanırım, mır mır mır bir şeyler duyuyordum.
Cenaze namazı kısmına geldiğimizde camii gayet boştu. Babamdan başka kimse o
Çarşamba ikindisi orta büyüklükteki ege şehrimizde – egemizin incisinde-
defnedilmiyordu. Ve bu düşük bir olasılıktı. Başkası söylese imkansız derdim
ama yaşadığım hiçbir şeye imkansız demem.
Uyduk imama ve cenaze
namazına başladık. Oradaki güvenlikten, temizlik şirketinden gelenlerle beraber
bir desteyi aşan ama düzineye ulaşmayan tek sıra bir saf oluşturduk. Cenaze
namazını kılmayı bilmiyordum. Öyle ortama uyum saplamaya çalıştım. Baktım dedem
de bilmiyor; hiç şaşırmadım.
Sırtladık babamın
tabutunu ve cenaze arabasına götürdük. Ben, dedem ve annem cenaze arabasının
önüne sığıştık ve yine hiç konuşmadan mezara doğru yol almaya başladık. Caminin
avlusunda kimse yoktu ama mezarın çevresi çakılı kalabalıktı. Cenaze arabası
durunca arabaya doğru yürümeye başlayan en az üç yüz insan vardı; bilemiyorum
belki iki yüz. Çoklardı işte anlayın. Sayacak halim yoktu. Şaşkınlık, korku,
hüzün, sahipsizliğin verdiği yalnızlık; adamları mı saysaydım. Evet çoğu
adamdı. Birkaç kadın vardı, yok değildi ama çok azdı.
Babamın tabutunun
başında gittiler ve babamı omuzladılar. Hiçbiri konuşmuyordu. İmam geldi
arkadan, imama yol verdiler ama vermediler. Yok saydılar adamı. Ben imamın
yerinde olsam kaçardım. Babamın cenazesi olmasa yine kaçardım. Feci bir
sessizlik vardı. Sadece ayak sesleri ve arada duyulan kesik öksürükler.
Konuşmak dürtüdür aslında ama kimsenin ağzından tek kelime çıkmıyordu.
Bir anda kendimi imamın
yanında buldum. İmam yine okuyama başladı, mır mır mır… Mezara indim. Babamı
tabuttan çıkartıp kollarıma verdiler, kefenlenmiş babamı sararken elim sol
böğrüne gelince babamın kolunun olmadığını bir kez daha hatırladım. Sanırım
babama daha önce iç sarılmamıştım ama hikayenin ana unsuru Türk aile yapısında
ataerkil bir alışkanlık ve zorunluluk olarak gelen otoritenin sevgiyi
dizginlemesi ve boğması falan değil. O kısma girmiyorum.
Kollarımda babam, ölü
ağır oluyor derken babamın kefenlenmiş başına kırmızı patlamış bir balon düştü,
ipiyle birlikte.
O an babamdan yediğim o
ilk sağ kroşe geldi –bkz: ilk paragraf. O kadar da hikayeden kopmuş olamazsın.
Tamam savruk anlatıyorum ama girişteki ayrıntının sona bağlanacağını sezmek zor
olmamalı- Babamı mezara bıraktım ama bu sefer kızgındım. Neden söylemedi ki
kolunun nasıl koptuğunu? İlla gerçeğe değil ki, bazen bir cevaba ihtiyaç
duyuyor insan. Bir de bu adamlar kim etrafımdaki?
Elimdeki küreği kimseye
vermedim. Üç kürek vardı zaten. Tanımadığım adamlar diğer iki kürekle toprak
attılar babamın üstüne yine hiç konuşmadan. Son küreklerden sonra da günün
absürtlüğüne uygun bir final yapıp silahlarını çektiler var havaya birer el
ateş ettiler. Sanki mezuniyet törenlerinde kep atar gibi. Çok korktum tabi. Önüme
geleni itip kakmaya, tuttuğumun yakasına sarılmaya başladım. “Babamın neden
kolu yok!”, ”O attığınız kurşunlar bir gün yere düşmeyecek mi sanıyorsunuz?”,
”Siz kimsiniz ulan?”
Hiçbiri cevap vermedi.
Arkalarını dönüp onları getirmiş olan otobüslere müthiş bir nizamla binip
gittiler. Aradan biri “Dur oğlum dur!” deyince bir çözüldüm. Diyorum ya
konuşmak güdü, sessizlik susuzluk gibi.
Dedemdi konuşan,
sarılıp “Dur” dedikçe bir sakinleştim. Sarıldı sımsıkı bana başımı kollarının
arasına aldı. Baktım dedemin göğsü demir gibi. Adam çelik yelek giyip gelmiş ya.
Demek biliyor bazı şeyler. Soracağım ama korkmuyor da değilim; adam eski
boksör, çenemi kırar elime verir maazallah. Cevaplar istiyorum; gerçekleri
değil, cevapları.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder