13 Haziran 2015 Cumartesi

babam tek kollu olmayan bir postacıydı

Babam Tek Kolu Olmayan Bir Postacıydı

Babam tek kolu olmayan bir postacıydı. Sol kolu dirseğinin dört beş santim üstünden kesikti ve neden öyle olduğunu bana hiç söylemedi. Kesik yerinden dikkatli bakılınca kemiği gözükürdü, sanki zar gibi bir deri tabakasıydı kemiğinin dışarı çıkmasını engelleyen. Zaten hayatımda babamdan iki kez sağ kroşe yedim. Babamın solu ölmüş olsa da sağı süründürüyordu. Birinde daha küçükken ağlaya zırlaya aldırdığım uçan balonu elimden kaçırdığım için, diğerinde ise ergenliği ilk ve en sancılı yıllarında “Artık şu kolunun başına ne geldiğini anlatmanın vakti gelmedi mi?” dediğim için. Onunda dışında standart bir babaydı. Sigara içer, gazete okur; bizimle pek yüz göz olmazdı.
Hikayesinin sonuna geleyim hemen; zaten hikaye pek bir şey bilmemem temeline dayanıyor. Babam emekliliğine sayılı haftalar kala işi başında, bir apartmanın içinde, hiç tanımadığı birinin bankaya olan borcunun hıncını çıkartması sonucu beş kurşunla öldü. Adam sonra karısına sekiz ve kendisini de iki kurşun ayırmıştı. Özellikle kendi kafasına iki kurşun sıkmış olması ve sonra karısına sıktığı sekiz kurşunun da gözlerine denk gelmesi yüzünden babamı ölümü, üçüncü sayfa haberinin içindeki üçüncü haber oldu ve pek kimse tarafından umursanmadı.
Asıl hikaye şimdi başlıyor. Mezarlığa gittiğimizde annem, büyükbabam ve ben acılıydık tabi. Hiç akrabamız olmadığından birbirimize kenetlenmiş hiç ayrılmıyorduk. Babamın cesedini gassal yıkadı, dedemle ben izledik, hem de bir tek kelime dahi etmeden. Gassal dualar ediyordu sanırım, mır mır mır bir şeyler duyuyordum. Cenaze namazı kısmına geldiğimizde camii gayet boştu. Babamdan başka kimse o Çarşamba ikindisi orta büyüklükteki ege şehrimizde – egemizin incisinde- defnedilmiyordu. Ve bu düşük bir olasılıktı. Başkası söylese imkansız derdim ama yaşadığım hiçbir şeye imkansız demem.
Uyduk imama ve cenaze namazına başladık. Oradaki güvenlikten, temizlik şirketinden gelenlerle beraber bir desteyi aşan ama düzineye ulaşmayan tek sıra bir saf oluşturduk. Cenaze namazını kılmayı bilmiyordum. Öyle ortama uyum saplamaya çalıştım. Baktım dedem de bilmiyor; hiç şaşırmadım.
Sırtladık babamın tabutunu ve cenaze arabasına götürdük. Ben, dedem ve annem cenaze arabasının önüne sığıştık ve yine hiç konuşmadan mezara doğru yol almaya başladık. Caminin avlusunda kimse yoktu ama mezarın çevresi çakılı kalabalıktı. Cenaze arabası durunca arabaya doğru yürümeye başlayan en az üç yüz insan vardı; bilemiyorum belki iki yüz. Çoklardı işte anlayın. Sayacak halim yoktu. Şaşkınlık, korku, hüzün, sahipsizliğin verdiği yalnızlık; adamları mı saysaydım. Evet çoğu adamdı. Birkaç kadın vardı, yok değildi ama çok azdı.
Babamın tabutunun başında gittiler ve babamı omuzladılar. Hiçbiri konuşmuyordu. İmam geldi arkadan, imama yol verdiler ama vermediler. Yok saydılar adamı. Ben imamın yerinde olsam kaçardım. Babamın cenazesi olmasa yine kaçardım. Feci bir sessizlik vardı. Sadece ayak sesleri ve arada duyulan kesik öksürükler. Konuşmak dürtüdür aslında ama kimsenin ağzından tek kelime çıkmıyordu.
Bir anda kendimi imamın yanında buldum. İmam yine okuyama başladı, mır mır mır… Mezara indim. Babamı tabuttan çıkartıp kollarıma verdiler, kefenlenmiş babamı sararken elim sol böğrüne gelince babamın kolunun olmadığını bir kez daha hatırladım. Sanırım babama daha önce iç sarılmamıştım ama hikayenin ana unsuru Türk aile yapısında ataerkil bir alışkanlık ve zorunluluk olarak gelen otoritenin sevgiyi dizginlemesi ve boğması falan değil. O kısma girmiyorum.
Kollarımda babam, ölü ağır oluyor derken babamın kefenlenmiş başına kırmızı patlamış bir balon düştü, ipiyle birlikte.
O an babamdan yediğim o ilk sağ kroşe geldi –bkz: ilk paragraf. O kadar da hikayeden kopmuş olamazsın. Tamam savruk anlatıyorum ama girişteki ayrıntının sona bağlanacağını sezmek zor olmamalı- Babamı mezara bıraktım ama bu sefer kızgındım. Neden söylemedi ki kolunun nasıl koptuğunu? İlla gerçeğe değil ki, bazen bir cevaba ihtiyaç duyuyor insan. Bir de bu adamlar kim etrafımdaki?
Elimdeki küreği kimseye vermedim. Üç kürek vardı zaten. Tanımadığım adamlar diğer iki kürekle toprak attılar babamın üstüne yine hiç konuşmadan. Son küreklerden sonra da günün absürtlüğüne uygun bir final yapıp silahlarını çektiler var havaya birer el ateş ettiler. Sanki mezuniyet törenlerinde kep atar gibi. Çok korktum tabi. Önüme geleni itip kakmaya, tuttuğumun yakasına sarılmaya başladım. “Babamın neden kolu yok!”, ”O attığınız kurşunlar bir gün yere düşmeyecek mi sanıyorsunuz?”, ”Siz kimsiniz ulan?”
Hiçbiri cevap vermedi. Arkalarını dönüp onları getirmiş olan otobüslere müthiş bir nizamla binip gittiler. Aradan biri “Dur oğlum dur!” deyince bir çözüldüm. Diyorum ya konuşmak güdü, sessizlik susuzluk gibi.

Dedemdi konuşan, sarılıp “Dur” dedikçe bir sakinleştim. Sarıldı sımsıkı bana başımı kollarının arasına aldı. Baktım dedemin göğsü demir gibi. Adam çelik yelek giyip gelmiş ya. Demek biliyor bazı şeyler. Soracağım ama korkmuyor da değilim; adam eski boksör, çenemi kırar elime verir maazallah. Cevaplar istiyorum; gerçekleri değil, cevapları.

Hiç yorum yok: