KOMODO’NUN
GEMİSİ
-thich quang duc’a -
Kendinden su terazili
malayı duymuşsunuzdur ya da çektiğinizde okyanus esintisi yaratan sifonu peki horlamayı
önleyen atletleri hatta piknik tüplerle entegre çalışan mangalları? Hepsi
Yıldırım’ın babasının hem projelendirdiği hem de pratiklendirdiği şeylerdir.
Vurgulamaya gerek yok sanırım; Yıldırım’ın babası çok zeki bir insandır, annesi
ise babasının halasının kızıdır. Yıldırım babasından yeni bir şey bulmaya olan
derin merakı, annesinden ise babasına olan hırsını alarak büyümüş. En pahalı
kolejleri sonunculukla bitirmiş, asla sonuçlandıramadığı yüzlerce hayal kurmuş,
iki kez evlenip, bir o kadar boşanmış ve otuz yaşına gelmiş.
Babası, Yıldırım’ı
sadece oğlu olduğu için - başka çocuğu yok - seviyordu ve asla işlerine
karışmasını istemiyordu. Daha önce verdiği kısa süreli genel müdürlük görevinde
şirketleri bol sıfırlı miktarda zarara sokmuştu, iki yıl geriye götürmüştü.
Beni de sadece bu iş için tuttu. Görevim Yıldırım’a yeni projelerinde yardımcı
olmak ve mümkün olduğunca az para batırmasını sağlamaktı. Hatta sırf Yıldırım
beni sevsin, benimle ortak bir payda bulsun diye babası birkaç kez benim
kalbimi çok fena kırdı ve rencide etti. Kabul ediyorum adam çok zeki, Yıldırım
artık beni çok seviyor hatta kardeşi gibi görüyordu; bana küçük ve saçma
lakaplar dahi takıyordu.(Freddy, Marşal, Tomister, Juha)
Yıldırım’ın aklında
büyük akvaryumlar kurup müşterilere hem olta atma, hem de yemek yeme keyfi
veren balık lokantaları zinciri fikri vardı. O olmadı diğer fikri ise
devekuşlarını yarıştırmak ve insanların bunlara para yatırmasını sağlamaktı.
Hatta devekuşlarının sırtına kedi ya da tavşan oturtup işe sempati katacaktı,
devekuşlarına gözlük bile taktırmayı düşünüyordu. Sülük tedavi merkezi,
bufaloların çektiği faytonlarla şehir turu, servisi şempanzelerin yaptığı bir
natura bar, her eve bir kaplumbağa projesi... Kafası gerçekten çok ama boş
çalışan bir adamdı ama için için farklı ve yeni bir şey üretmeye dayalı düşünce
sistemini takdir de etmiyor değildim. Sonra bir gece sabaha karşı üçte üzerinde
zengin pijamaları ile kapıma dayandı ve “Yüzyılın projesini buldum!” dedi.
Tamam son yüzyıldaki
tüm fikirlerden iyi değildi ama son otuz yıllık Yıldırım fikirlerinin açık ara
en iyisiydi. “Adını Nuh’un Gemisi koyacağım. Yüzen bir hayvanat bahçesi. Çıkma
bir şilep nasılsa buluruz. Hatta uçak gemisi. İçine kafesleri yaparız.
Hayvanları koyarız ve şehir şehir gezeriz. Hem evden çıkmadan araştırdım, en
uzun hamilelik fillerde, o da 660 gün. Filler her batında tek çocuk doğursa, üç
buçuk yıl sonra iki filimiz olur. Diğer hayvanlar da doğuracak. Hemen ikinci
gemi. Sonra üçüncü. Sonra hayvanları satarız da, Arap milyonerler aslan
besliyormuş bahçelerinde. Hem ne masrafımız olacak ki? Piyasa veteriner
kaynıyor. Yem de sorun olmaz. Balık tutarız bir yandan, düşünsene hayvanların
kaçma riski de yok.”
Açıkcası benim de
aklıma yattı. Baktık daha önce yapılmamış. Konuyu babasına açtık, kem küm etti
ama o da kabul etti. Bize gayet yüklü miktar para verdi ve asla geri
ödenmeyeceğini bildiği halde bir ödeme planı bile çıkarttı. İyiliğini bilmem
ama baba adamdı.
Bir çift fil ne kadar
pahalı tahmin edemezsiniz. Zürafa, su aygırı, kanguru, sırtlan... İlk planda büyük,
vahşi ve az görülen hayvanlar almaya karar kıldık. Şilep işi çok basit yürüdü,
çıkma bir şilepçiği ucuza kapattık ve fikrin ortaya atılmasından üç ay sonra
her şey hazırdı. Reklam işi kendi kendine oldu; bazı ilkokulları bedava davet
ettik, zaten basın habere saldırdı; çocuk programları, ana haberler, gündüz
kuşağı kadın programları... Yıldırım’a röportaj esnasında ‘Nuh Bey’ diyorlardı
ve Yıldırım bundan hiç rahatsız olmuyordu. İlk altı ayın sonunda kar bile eder
olduk. Önce şehir şehir, sonra ülke ülke gezmeye başladık. Gittiğimiz dördüncü
ya da beşinci ülkeydi Japon’ya. Bizi
sanki yıllardır bekliyormuşcasına karşıladılar.
11 Haziran Salı günü
ziyaretçilerimiz hiç olmadığı kadar fazlaydı. Herkesin elinde fotoğraf makinaları
ve kameraları vardı, kimsenin yüzünü göremiyorduk. O sene Japonya’da Zürafa
yılı olduğu için jest olsun diye zürafaları orta kafese aldık. İki tane
zürafamız vardı. Yıldırım onlara neden bilmem “thich quang” ve “duc” isimlerini
vermişti. Asgari ücretle çalıştırıp sigortasını yapmadığımız daha sonra ortaya
çıkan bir çalışanımız; belki kasten, belki dalgınlıkla; kafesi kilitlemediği
için zürafalar kafeslerinden kaçtılar çevrelerindeki hiçbir insana zarar
vermeden koşarak denize atladılar. Boğulurken ikisi de ne hareket ediyor ne de
çırpınıyordu ve o an yüzlerce kamera anı kaydediyordu.
On beş dakika sonra tüm
dünya intihar eden zürafaları konuşmaya başladı. Görüntüler milyonlarca kez
izlendi. Daha bir gün geçmeden Japonya hükümeti ülkelerini terk etmemizi gayet
tehditkar bir şekilde söyledi. Sadece Japonya değil, tüm dünya bize sırtını
dönmüştü. Yakıt ve yiyecek almak için uğrayacak liman bulmakta bile
zorlanıyorduk. Türkiye’ye döndüğümüzde olayın üzerinden beş ay geçmişti ve
basın bizi linç etmek için hazır kıta bekliyordu. Yıldırım’a basınla
konuşmamasını söylediğim halde dinlemedi. Tüm tuzak sorulara yakalandı ve olduğundan
da daha vicdansız bir durumuna düştü. Hayvanların Gardiyan’ı diyorlardı ona.
Babası basın karşısına çıkıp göz yaşları ile oğluyla yeteri kadar
ilgilenemediğini söyledi ve yaklaşık bir hafta sonra kaymayan fayanslarını
piyasaya sürüp hiçbir şey olmamış gibi hayatına devam etti. Annesinin Yıldırım’a
nazikçe bir süre görüşmelerinin sakıncalı olacağını söylediğinde ben de
oradaydım.
Nuh’un gemisine bir
ziyaretçi bile gelmiyordu ve paralar suyunu çekmişti. Babası da işleri kötü
etkilenir diye yardımı kesince Nuh’un gemisinde kıtlık başladı. Yıldırım önce
hayvanları satmayı düşündü ama kimse bırak onunla alışveriş yapmayı, selam bile
vermiyordu. Çalışanları işten çıkarttı ve koca gemide tek başına çalışmaya
başladı. Telefonları açmıyordu ve bunu doğal karşılıyordum. Ben de kendime
başka bir iş buldum.
Haftalar sonra Nuh’un Gemisi On İki Ada'dan birinde kıyaya vurmuş
olarak görüldü.
Nuh gemide yiyecek
tükenince tüm kafesleri açmış ve kendisi de hiç saklamadan olacakları izlemeye
koyulmuş. Önce geyikleri yemişler, sonra maymunları, maymunlar da bitince
loeparlardan biri Nuh’u öldürmüş. Otobur bilinen filler bile yokluktan
kanguruları yemişler. Köpekleri yılanlar yemiş; yılanları ise kaplumbağalar.
Sonra kaplumbağalar da denize atlamışlar. Sırtlanlar ve Komodo Ejderleri bir
süre leşleri yemiş, sonra Komodo Ejderi sırtlanları yemiş. Filleri, su
aygırları öldürmüş; su aygırlarını ise ayılar. Gemideki vahşetin boyutu akıl
almaz boyutlardaymış. Tavşanlar ve kediler günlerce direnmişler ama sonra bir arbedede
ezilip gitmişler. Koalalar günlerce bayrak direğinde olanları izlemişler,
güçleri tükenip yere indikleri anda karınca yiyenleri daha yeni yemiş olan
aslan tarafından paramparça edilmişler. On gün sonra, sadece üç hayvan hayatta
kalmış. Üç dişi; bir aslan, bir ayı ve bir Komodo Ejderi. Aynı anda
birbirlerine saldırmışlar. Ayı, aslanın boynunu, Komodo Ejderinin de çenesini kırmış ama en sonunda kazanan
Komodo Ejderi olmuş. Nuh’un Gemisi kıyıya vurduğunda hayatta bir tek o varmış.
Gemi artık Nuh’un değil, Komodo’nunmuş.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder