30 Nisan 2014 Çarşamba

KOMODO’NUN GEMİSİ

                                               KOMODO’NUN GEMİSİ
-thich quang duc’a -                         
Kendinden su terazili malayı duymuşsunuzdur ya da çektiğinizde okyanus esintisi yaratan sifonu peki horlamayı önleyen atletleri hatta piknik tüplerle entegre çalışan mangalları? Hepsi Yıldırım’ın babasının hem projelendirdiği hem de pratiklendirdiği şeylerdir. Vurgulamaya gerek yok sanırım; Yıldırım’ın babası çok zeki bir insandır, annesi ise babasının halasının kızıdır. Yıldırım babasından yeni bir şey bulmaya olan derin merakı, annesinden ise babasına olan hırsını alarak büyümüş. En pahalı kolejleri sonunculukla bitirmiş, asla sonuçlandıramadığı yüzlerce hayal kurmuş, iki kez evlenip, bir o kadar boşanmış ve otuz yaşına gelmiş.

Babası, Yıldırım’ı sadece oğlu olduğu için - başka çocuğu yok - seviyordu ve asla işlerine karışmasını istemiyordu. Daha önce verdiği kısa süreli genel müdürlük görevinde şirketleri bol sıfırlı miktarda zarara sokmuştu, iki yıl geriye götürmüştü. Beni de sadece bu iş için tuttu. Görevim Yıldırım’a yeni projelerinde yardımcı olmak ve mümkün olduğunca az para batırmasını sağlamaktı. Hatta sırf Yıldırım beni sevsin, benimle ortak bir payda bulsun diye babası birkaç kez benim kalbimi çok fena kırdı ve rencide etti. Kabul ediyorum adam çok zeki, Yıldırım artık beni çok seviyor hatta kardeşi gibi görüyordu; bana küçük ve saçma lakaplar dahi takıyordu.(Freddy, Marşal, Tomister, Juha)

Yıldırım’ın aklında büyük akvaryumlar kurup müşterilere hem olta atma, hem de yemek yeme keyfi veren balık lokantaları zinciri fikri vardı. O olmadı diğer fikri ise devekuşlarını yarıştırmak ve insanların bunlara para yatırmasını sağlamaktı. Hatta devekuşlarının sırtına kedi ya da tavşan oturtup işe sempati katacaktı, devekuşlarına gözlük bile taktırmayı düşünüyordu. Sülük tedavi merkezi, bufaloların çektiği faytonlarla şehir turu, servisi şempanzelerin yaptığı bir natura bar, her eve bir kaplumbağa projesi... Kafası gerçekten çok ama boş çalışan bir adamdı ama için için farklı ve yeni bir şey üretmeye dayalı düşünce sistemini takdir de etmiyor değildim. Sonra bir gece sabaha karşı üçte üzerinde zengin pijamaları ile kapıma dayandı ve “Yüzyılın projesini buldum!” dedi.

Tamam son yüzyıldaki tüm fikirlerden iyi değildi ama son otuz yıllık Yıldırım fikirlerinin açık ara en iyisiydi. “Adını Nuh’un Gemisi koyacağım. Yüzen bir hayvanat bahçesi. Çıkma bir şilep nasılsa buluruz. Hatta uçak gemisi. İçine kafesleri yaparız. Hayvanları koyarız ve şehir şehir gezeriz. Hem evden çıkmadan araştırdım, en uzun hamilelik fillerde, o da 660 gün. Filler her batında tek çocuk doğursa, üç buçuk yıl sonra iki filimiz olur. Diğer hayvanlar da doğuracak. Hemen ikinci gemi. Sonra üçüncü. Sonra hayvanları satarız da, Arap milyonerler aslan besliyormuş bahçelerinde. Hem ne masrafımız olacak ki? Piyasa veteriner kaynıyor. Yem de sorun olmaz. Balık tutarız bir yandan, düşünsene hayvanların kaçma riski de yok.”

Açıkcası benim de aklıma yattı. Baktık daha önce yapılmamış. Konuyu babasına açtık, kem küm etti ama o da kabul etti. Bize gayet yüklü miktar para verdi ve asla geri ödenmeyeceğini bildiği halde bir ödeme planı bile çıkarttı. İyiliğini bilmem ama baba adamdı.

Bir çift fil ne kadar pahalı tahmin edemezsiniz. Zürafa, su aygırı, kanguru, sırtlan... İlk planda büyük, vahşi ve az görülen hayvanlar almaya karar kıldık. Şilep işi çok basit yürüdü, çıkma bir şilepçiği ucuza kapattık ve fikrin ortaya atılmasından üç ay sonra her şey hazırdı. Reklam işi kendi kendine oldu; bazı ilkokulları bedava davet ettik, zaten basın habere saldırdı; çocuk programları, ana haberler, gündüz kuşağı kadın programları... Yıldırım’a röportaj esnasında ‘Nuh Bey’ diyorlardı ve Yıldırım bundan hiç rahatsız olmuyordu. İlk altı ayın sonunda kar bile eder olduk. Önce şehir şehir, sonra ülke ülke gezmeye başladık. Gittiğimiz dördüncü ya da beşinci ülkeydi Japon’ya.  Bizi sanki yıllardır bekliyormuşcasına karşıladılar.

11 Haziran Salı günü ziyaretçilerimiz hiç olmadığı kadar fazlaydı. Herkesin elinde fotoğraf makinaları ve kameraları vardı, kimsenin yüzünü göremiyorduk. O sene Japonya’da Zürafa yılı olduğu için jest olsun diye zürafaları orta kafese aldık. İki tane zürafamız vardı. Yıldırım onlara neden bilmem “thich quang” ve “duc” isimlerini vermişti. Asgari ücretle çalıştırıp sigortasını yapmadığımız daha sonra ortaya çıkan bir çalışanımız; belki kasten, belki dalgınlıkla; kafesi kilitlemediği için zürafalar kafeslerinden kaçtılar çevrelerindeki hiçbir insana zarar vermeden koşarak denize atladılar. Boğulurken ikisi de ne hareket ediyor ne de çırpınıyordu ve o an yüzlerce kamera anı kaydediyordu.

On beş dakika sonra tüm dünya intihar eden zürafaları konuşmaya başladı. Görüntüler milyonlarca kez izlendi. Daha bir gün geçmeden Japonya hükümeti ülkelerini terk etmemizi gayet tehditkar bir şekilde söyledi. Sadece Japonya değil, tüm dünya bize sırtını dönmüştü. Yakıt ve yiyecek almak için uğrayacak liman bulmakta bile zorlanıyorduk. Türkiye’ye döndüğümüzde olayın üzerinden beş ay geçmişti ve basın bizi linç etmek için hazır kıta bekliyordu. Yıldırım’a basınla konuşmamasını söylediğim halde dinlemedi. Tüm tuzak sorulara yakalandı ve olduğundan da daha vicdansız bir durumuna düştü. Hayvanların Gardiyan’ı diyorlardı ona. Babası basın karşısına çıkıp göz yaşları ile oğluyla yeteri kadar ilgilenemediğini söyledi ve yaklaşık bir hafta sonra kaymayan fayanslarını piyasaya sürüp hiçbir şey olmamış gibi hayatına devam etti. Annesinin Yıldırım’a nazikçe bir süre görüşmelerinin sakıncalı olacağını söylediğinde ben de oradaydım.

Nuh’un gemisine bir ziyaretçi bile gelmiyordu ve paralar suyunu çekmişti. Babası da işleri kötü etkilenir diye yardımı kesince Nuh’un gemisinde kıtlık başladı. Yıldırım önce hayvanları satmayı düşündü ama kimse bırak onunla alışveriş yapmayı, selam bile vermiyordu. Çalışanları işten çıkarttı ve koca gemide tek başına çalışmaya başladı. Telefonları açmıyordu ve bunu doğal karşılıyordum. Ben de kendime başka bir iş buldum.

Haftalar sonra Nuh’un Gemisi On İki Ada'dan birinde kıyaya vurmuş olarak görüldü.


Nuh gemide yiyecek tükenince tüm kafesleri açmış ve kendisi de hiç saklamadan olacakları izlemeye koyulmuş. Önce geyikleri yemişler, sonra maymunları, maymunlar da bitince loeparlardan biri Nuh’u öldürmüş. Otobur bilinen filler bile yokluktan kanguruları yemişler. Köpekleri yılanlar yemiş; yılanları ise kaplumbağalar. Sonra kaplumbağalar da denize atlamışlar. Sırtlanlar ve Komodo Ejderleri bir süre leşleri yemiş, sonra Komodo Ejderi sırtlanları yemiş. Filleri, su aygırları öldürmüş; su aygırlarını ise ayılar. Gemideki vahşetin boyutu akıl almaz boyutlardaymış. Tavşanlar ve kediler günlerce direnmişler ama sonra bir arbedede ezilip gitmişler. Koalalar günlerce bayrak direğinde olanları izlemişler, güçleri tükenip yere indikleri anda karınca yiyenleri daha yeni yemiş olan aslan tarafından paramparça edilmişler. On gün sonra, sadece üç hayvan hayatta kalmış. Üç dişi; bir aslan, bir ayı ve bir Komodo Ejderi. Aynı anda birbirlerine saldırmışlar. Ayı, aslanın boynunu, Komodo  Ejderinin de çenesini kırmış ama en sonunda kazanan Komodo Ejderi olmuş. Nuh’un Gemisi kıyıya vurduğunda hayatta bir tek o varmış. Gemi artık Nuh’un değil, Komodo’nunmuş.

Hiç yorum yok: