24 Nisan 2014 Perşembe

Bul Koray'ı Al Parayı

                                                                                                                              - Huxley'e -

Buzdolabından yumurtayı alıp ve tavaya kırdığınızda tek sarılı olursa hiçbir şey hissetmezsiniz. Ama eğer iki sarılı ise kendinizi şanslı hissedersiz. Peki ya üç sarılı ise? İşte o zaman bu işte bir terslik var dersiniz. Koray, Sunay ve ben; tek yumurta üçüzüyüz ve kesinlikle bu işte bir terslik var!

Üçüzlük aslında iki ikizlik durumu olarak da özetlenebilir. Hikayeye adını veren Koray’dan ziyade, ben şimdi ise Sunay’ı anlatmak istiyorum. Aramızda kafası en çok paraya çalışan hep Sunay oldu. Annem, babam ve biz üçüzler bayramda konu komşu, hısım akrabanın elini öpmeye giderdik; tabi sağolsunlar bize harçlık verirlerdi ama nasıl oluyorsa eve gidip yatağımızın üstünde paramızı saydığımızda en çok Sunay’ın parası olurdu.

Mahallenin çocuklarıyla; tasolarla ve futbolu kartlarıyla ütmesine oynar ve hep kazanırdı. Zamanla kimse Sunay ile oynamak istemezdi ama o zaman da uzun uzun konuşur bir şekilde onları ikna ederdi. İlkokul ikideyken ganyan bayiinde müdür muavinimize yakalanıp yediği şamarla dudağını patlattırmışlığı da vardı; dörde giderken de aynı müdür muavinin yazdığı izin kağıdı sayesinde beraber kupon yapıp atlar üzerine derin analizler ve sonsuz sohbetler etmişliği de.

Sunay’ın kumar tutkusu aptal bir kumarbaz gibi de değildi. Kazandığının kaybettiğinin çetelesini çok iyi tutardı, sırf bu iş için kullandığı iyi yüz kırk yaprak bir harita metod defteri bile vardı. Kumara sadece heyecan gözüyle değil, gayet ciddi bir şekilde iş olarak bakardı. On üç yaşındayken on vitesli Yamaha marka dağ bisikletlerimizi de doğum günümüzde  o almıştı. On dördümüze geldiğimizde  her sabah okula gitmeden anneme mutfak için para bırakır, babamın sigara parasını ceketinin iç cebine çaktırmadan koyar, Koray’la bana da harçlık verirdi.

Hiç unutmuyorum bir gün ingilizce dersinde herkes ders dinlerken o ünlü harita metod defterinin arkasına ‘Her zaman kasa kazanır!!!’ yazmış ona bakıyordu. O günden sonra kumar oynamanın yanında oynatmaya da başladı. Sınıf turnuvalarına, okul turnuvalarına, yazılı sözlü notlarına hatta bazen dersin boş geçip geçmeyeceğine; eğer ders boşsa oynanan uzun eşek oyununa  bile bahis oynatırdı.

Ama oynatmayı en sevdiği ve en çok para kazandığı oyun ‘Bul Koray’ı al parayıydı’. Biz üçüzleri birbirimizden ayıran tek özelliğimiz ayak parmaklarımızdı. Başka türlü atırt etmenin imkanı yoktu. Benim sol ayağımın altında kırmızı doğum lekesi vardı. Koray’da ise yoktu. Sunay’ın iki ayağında da altışar parmak vardı. Hatta bu sebepten Sunay’ın lakabı ‘Altıparmak’dı ama söylene söylene zamanla ‘Altınparmak’ olmuştu. Neyse oyuna dönelim. Sunay, Koray ve ban yanyana dururduk ve ortaya para konurdu. Koray’ı bulan parayı alırdı. Hatta bazen sırf dikkat dağıtmak için birbirimizin arasından bile geçer, kendi etrafımızda deli gibi dönerdik bile. Bu basit oyunda keriz ,Sunay parasını aldıklarına hep keriz derdi, bir tahminde bulurdu; sonra üçümüzde ayakkabılarımızı ve çoraplarımızı çıkartırdık. Yüzde otuz üç kazanma ihtimali olan bu oyunda kerizler hiç kazanamazdı ve oyunun bir parçası olduğum halde bu işin sırrını ben bile asla anlayamadım.

Kumarbazın düşmanı bol olur. Dershane çıkışı, hafif yağmur çiseleyen bir akşam hiç tanımadığım iki adam tarafından, yağmurdan daha seri yağan yumruklarla dövüldüm. Öyle ki yüzümdeki morluklar iyileşmediği için bizimkiler ‘Bul Koray’ı al parayı’’yı üç ay kadar bensiz oynatmak zorunda kaldılar. İhtimal yüzde elliye kadar çıkmış olsa da kazanan hep Sunay olmaya devam ediyordu. Neyse, benim neden dayak yediğim çok belliydi, beni Sunay sanmışlardı; yoksa iki adamla benim ne gibi bir alışverişim olabilirdi ki.

O akşama dönelim, eve geldiğimde Sunay “Neden ayakkabılarını çıkartmadın!” diye çıkıştı bana. Sustum bir şey söylemedim ve o gün onun gözünde Koray’ın birkaç adım önüne geçtim. Mesela harçlığımı arttırdı, ikiz kız kardeşler bulmuştu, tekini bana ayarladı. Onun için yediğim dayağı hiç unutmadı. Koray ise bizden uzaklaşıyordu ve bundan da pek şikayetçi değildi(k). Üçüzlük cidden kalabalıklık haliydi.

Sunay’ın başı doğal olarak kanunla da derde giriyordu ama bir şekilde sıyırmayı başarıyordu. Polisleri genelde rüşvet, bazen de at yarışı tüyosu karşılığında başından savıyorsa da; fotofinişle biten bir başbakanlık koşusundan sonra kendini önce mahkemede, sonra da sosyal  hizmetlerde buldu. Bu sefer Sunay’ın silahları etkisiz kalmıştı. Sosyal hizmetler uzmanına hafta da iki kez, ikişer saat gitmek zorundaydı; aksi takdirde de ıslahevinde birkaç ay yatması gerekecekti.

Arife, Türkaş Şoraymışcasına kocaman güzel gözleri olan gencecik bir psikologtu. İşinde de iyi olmalı çünkü birkaç gün sonra Sunay’da gözle görülür değişiklikler olmaya başlamıştı. Hayır düşündüğünüz gibi değil, kumarı bırakmamıştı; sadece artık kaybediyordu. Uzaklara bakıp bakıp dalıyordu, hayatında ilk kez dikkatsizdi; “Bu kadın da bir şeyler var, çok acayip bir şeyler” deyip duruyordu. Son model akıllı bir telefon ve bir kaykay karşılığında seanslara gitmeyi kabul ettim. Pazarlık yapsam çok daha fazlasını alırdım ama Sunay’ı severdim.

Odasından içeri girdiğim anda  ömrümde ilk kez Sunay’la aynı şeyleri hissettiğimi hissettim. Bu kadında bir şeyler vardı. Benim Sunay olduğumu anlamadı tabi. Hoşgeldin, beş gittin kısmından sonra gözlerimin içine baka baka konuşmaya başladı “Söylediklerini çok düşündüm Sunay. Benimle dalga geçtiğini de düşündüm; deliye yatıp, cezai ehliyeti yoktur raporu almak istediğini de. Buraya gelenlerin büyük kısmı hep bu oyunları oynar; askere gitmemek için, hapse girmemek için, arkadaşlarına hava atmak için...”

Arife anlattıkça Sunay’ın Arife’ye neler anlattığını daha da bir merak eder oldum. Bana hiçbir şeyden bahsetmemişti. Arife devam etti; “... Yüzlerce böyle hikaye dinledim. Karıncalara hükmettiğini söyleyenleri, çok uluslu kapitalist şirketlerin peşinden koştuklarını, işlediği suçların amacının büyük islam imparatorluğunu kurmak olduğunu söyleyenleri. Hatta bir hastam kadınları taciz etmesinin sebebinin kayıp ablasını bulmak olduğunu söylemişti. Ablası onu öyle tanıyacakmış. Tüm bunlar ucuz, aptal numaralardı. Hiçbirine inanmadım. Senin hikayeni ilk dinlemeye başladığımda da yine aynı tiyatro oynanıyor diye düşünmedim de değil. Ama hiçkimse senin gibi inanmış anlatmıyordu. Biliyorum karşımda büyük bir kumarbaz var. Şöhretin senden birkaç adım önde geliyor, iyi bir kumarbazda olması gereken özelliklerden biridir iyi yalancılık. Ama ben senin yalan söylediğine inanmıyorum...” Kafayı yemek üzereydim. Kızarmaya başladım ve Sunay’ı asla kızarmış görmediğim aklıma geldi. Konuşursam kendimi ele vereceğimi ve Sunay’ın hapse girebileceğini hissediyordum.

“... Dünyanın başka bir gezegenin cehennemi olduğunu ve senin buraya diğer gezegende kumarbaz olduğun için işlediğin günahların bedeli olarak atıldığını söylemiştin. Şimdi de kumara devam ediyorsun. Bu yeteneğini önceki hayatından kalma olduğunu düşünüyorsun ama günah işlemeye devam da ediyorsun. Peki bu reenkarnatif gezegen transferlerin, sen kumarı bırakmadıkça son bulmaz değil mi?”

Korktuğum başıma geldi ve bana bir soru sordu. Sunay acaba gerçekten böyle mi düşünüyordu? Acaba deli deriz diye mi bu güne kadar hiçbirimize söyleyememişti bunları? Arife gözlerini gözlerime öyle dikmişti ki, retinamın acıdığını hissettim. Pısırıkça başımı evet manasında yukarı aşağı salladım ve sadece kendimin duyabileceği bir sesle “Evet” dedim.

“Seni cennete göndermenin yolu kumarı bıraktırmak Sunaycım” dedi “Ve bunu başaracağız. Sayende günlerdir ben de dünyaya neden gönderildiğimi düşünüp duruyorum. Acaba hangi günahımdan dolayı. Belki dünya kumarbazlar cehenemidir? Olamaz mı ha? Hapishanelerde işlediğin suça göre koğuşa atıldığına göre belki bu gezegen transferleri de böyledir. Bu konuyu iyice bir düşünelim ve gelecek seansta konuşalım; bugünlük bu kadar yeter. Çarşamba günü bekliyorum” dedi ve beni gönderdi. Kaçar adım uzaklaştım ve koşar adım Sunay’ın yanına gittim. Yüzünde kendini beğenmiş bir gülümseme vardı. “Yedi di mi?” dedi. “Yedi yemesine de, oğlum neler anlatmışsın. Ne gezegeni, ne cehennemi?”

Sunay’ın bir anda rengi attı ve “Yememiş”, dedi. İlk kez biri yememişti.


Diğer gün ikinci dersin ortasında okula polisler geldi ve Sunay’ı götürdüler. Üç ay yattı çıktı. Sonra uzun aralıklarla birkaç kez daha içeri girmişliği de  oldu. İşin ilginç yanı ise Koray’ın Sunay’dan daha kanunsuz biri olmasıydı. Otuz yaşına geldiğinde sanat eseri kaçakçılığından Koray’ı yakalayanlara ya da yerini bilenlere CİA bir milyon dolar ödül koymuştu ve interpol kırmızı bültenle aranıyordu. Tabi Sunay’la ben belirli aralıklarla ajanlarca yakalanıyor ve DNA örneği verip ayakkabılarımız çıkarttıktan sonra hayatımıza geri dönüyorduk.

Hiç yorum yok: