- Huxley'e -
Buzdolabından yumurtayı alıp ve tavaya kırdığınızda tek sarılı olursa hiçbir şey hissetmezsiniz. Ama eğer iki sarılı ise kendinizi şanslı hissedersiz. Peki ya üç sarılı ise? İşte o zaman bu işte bir terslik var dersiniz. Koray, Sunay ve ben; tek yumurta üçüzüyüz ve kesinlikle bu işte bir terslik var!
Buzdolabından yumurtayı alıp ve tavaya kırdığınızda tek sarılı olursa hiçbir şey hissetmezsiniz. Ama eğer iki sarılı ise kendinizi şanslı hissedersiz. Peki ya üç sarılı ise? İşte o zaman bu işte bir terslik var dersiniz. Koray, Sunay ve ben; tek yumurta üçüzüyüz ve kesinlikle bu işte bir terslik var!
Üçüzlük
aslında iki ikizlik durumu olarak da özetlenebilir. Hikayeye adını veren
Koray’dan ziyade, ben şimdi ise Sunay’ı anlatmak istiyorum. Aramızda kafası en
çok paraya çalışan hep Sunay oldu. Annem, babam ve biz üçüzler bayramda konu
komşu, hısım akrabanın elini öpmeye giderdik; tabi sağolsunlar bize harçlık
verirlerdi ama nasıl oluyorsa eve gidip yatağımızın üstünde paramızı
saydığımızda en çok Sunay’ın parası olurdu.
Mahallenin
çocuklarıyla; tasolarla ve futbolu kartlarıyla ütmesine oynar ve hep kazanırdı.
Zamanla kimse Sunay ile oynamak istemezdi ama o zaman da uzun uzun konuşur bir
şekilde onları ikna ederdi. İlkokul ikideyken ganyan bayiinde müdür muavinimize
yakalanıp yediği şamarla dudağını patlattırmışlığı da vardı; dörde giderken de
aynı müdür muavinin yazdığı izin kağıdı sayesinde beraber kupon yapıp atlar
üzerine derin analizler ve sonsuz sohbetler etmişliği de.
Sunay’ın
kumar tutkusu aptal bir kumarbaz gibi de değildi. Kazandığının kaybettiğinin
çetelesini çok iyi tutardı, sırf bu iş için kullandığı iyi yüz kırk yaprak bir
harita metod defteri bile vardı. Kumara sadece heyecan gözüyle değil, gayet
ciddi bir şekilde iş olarak bakardı. On üç yaşındayken on vitesli Yamaha marka
dağ bisikletlerimizi de doğum günümüzde
o almıştı. On dördümüze geldiğimizde
her sabah okula gitmeden anneme mutfak için para bırakır, babamın sigara
parasını ceketinin iç cebine çaktırmadan koyar, Koray’la bana da harçlık
verirdi.
Hiç
unutmuyorum bir gün ingilizce dersinde herkes ders dinlerken o ünlü harita metod
defterinin arkasına ‘Her zaman kasa kazanır!!!’ yazmış ona bakıyordu. O günden
sonra kumar oynamanın yanında oynatmaya da başladı. Sınıf turnuvalarına, okul
turnuvalarına, yazılı sözlü notlarına hatta bazen dersin boş geçip
geçmeyeceğine; eğer ders boşsa oynanan uzun eşek oyununa bile bahis oynatırdı.
Ama
oynatmayı en sevdiği ve en çok para kazandığı oyun ‘Bul Koray’ı al parayıydı’.
Biz üçüzleri birbirimizden ayıran tek özelliğimiz ayak parmaklarımızdı. Başka
türlü atırt etmenin imkanı yoktu. Benim sol ayağımın altında kırmızı doğum
lekesi vardı. Koray’da ise yoktu. Sunay’ın iki ayağında da altışar parmak
vardı. Hatta bu sebepten Sunay’ın lakabı ‘Altıparmak’dı ama söylene söylene
zamanla ‘Altınparmak’ olmuştu. Neyse oyuna dönelim. Sunay, Koray ve ban yanyana
dururduk ve ortaya para konurdu. Koray’ı bulan parayı alırdı. Hatta bazen sırf
dikkat dağıtmak için birbirimizin arasından bile geçer, kendi etrafımızda deli
gibi dönerdik bile. Bu basit oyunda keriz ,Sunay parasını aldıklarına hep keriz
derdi, bir tahminde bulurdu; sonra üçümüzde ayakkabılarımızı ve çoraplarımızı
çıkartırdık. Yüzde otuz üç kazanma ihtimali olan bu oyunda kerizler hiç
kazanamazdı ve oyunun bir parçası olduğum halde bu işin sırrını ben bile asla
anlayamadım.
Kumarbazın
düşmanı bol olur. Dershane çıkışı, hafif yağmur çiseleyen bir akşam hiç
tanımadığım iki adam tarafından, yağmurdan daha seri yağan yumruklarla
dövüldüm. Öyle ki yüzümdeki morluklar iyileşmediği için bizimkiler ‘Bul Koray’ı
al parayı’’yı üç ay kadar bensiz oynatmak zorunda kaldılar. İhtimal yüzde
elliye kadar çıkmış olsa da kazanan hep Sunay olmaya devam ediyordu. Neyse,
benim neden dayak yediğim çok belliydi, beni Sunay sanmışlardı; yoksa iki
adamla benim ne gibi bir alışverişim olabilirdi ki.
O
akşama dönelim, eve geldiğimde Sunay “Neden ayakkabılarını çıkartmadın!” diye
çıkıştı bana. Sustum bir şey söylemedim ve o gün onun gözünde Koray’ın birkaç
adım önüne geçtim. Mesela harçlığımı arttırdı, ikiz kız kardeşler bulmuştu,
tekini bana ayarladı. Onun için yediğim dayağı hiç unutmadı. Koray ise bizden
uzaklaşıyordu ve bundan da pek şikayetçi değildi(k). Üçüzlük cidden
kalabalıklık haliydi.
Sunay’ın
başı doğal olarak kanunla da derde giriyordu ama bir şekilde sıyırmayı
başarıyordu. Polisleri genelde rüşvet, bazen de at yarışı tüyosu karşılığında
başından savıyorsa da; fotofinişle biten bir başbakanlık koşusundan sonra
kendini önce mahkemede, sonra da sosyal hizmetlerde
buldu. Bu sefer Sunay’ın silahları etkisiz kalmıştı. Sosyal hizmetler uzmanına
hafta da iki kez, ikişer saat gitmek zorundaydı; aksi takdirde de ıslahevinde
birkaç ay yatması gerekecekti.
Arife,
Türkaş Şoraymışcasına kocaman güzel gözleri olan gencecik bir psikologtu.
İşinde de iyi olmalı çünkü birkaç gün sonra Sunay’da gözle görülür
değişiklikler olmaya başlamıştı. Hayır düşündüğünüz gibi değil, kumarı
bırakmamıştı; sadece artık kaybediyordu. Uzaklara bakıp bakıp dalıyordu,
hayatında ilk kez dikkatsizdi; “Bu kadın da bir şeyler var, çok acayip bir
şeyler” deyip duruyordu. Son model akıllı bir telefon ve bir kaykay
karşılığında seanslara gitmeyi kabul ettim. Pazarlık yapsam çok daha fazlasını
alırdım ama Sunay’ı severdim.
Odasından
içeri girdiğim anda ömrümde ilk kez
Sunay’la aynı şeyleri hissettiğimi hissettim. Bu kadında bir şeyler vardı. Benim
Sunay olduğumu anlamadı tabi. Hoşgeldin, beş gittin kısmından sonra gözlerimin
içine baka baka konuşmaya başladı “Söylediklerini çok düşündüm Sunay. Benimle
dalga geçtiğini de düşündüm; deliye yatıp, cezai ehliyeti yoktur raporu almak
istediğini de. Buraya gelenlerin büyük kısmı hep bu oyunları oynar; askere
gitmemek için, hapse girmemek için, arkadaşlarına hava atmak için...”
Arife
anlattıkça Sunay’ın Arife’ye neler anlattığını daha da bir merak eder oldum. Bana
hiçbir şeyden bahsetmemişti. Arife devam etti; “... Yüzlerce böyle hikaye
dinledim. Karıncalara hükmettiğini söyleyenleri, çok uluslu kapitalist
şirketlerin peşinden koştuklarını, işlediği suçların amacının büyük islam
imparatorluğunu kurmak olduğunu söyleyenleri. Hatta bir hastam kadınları taciz
etmesinin sebebinin kayıp ablasını bulmak olduğunu söylemişti. Ablası onu öyle
tanıyacakmış. Tüm bunlar ucuz, aptal numaralardı. Hiçbirine inanmadım. Senin
hikayeni ilk dinlemeye başladığımda da yine aynı tiyatro oynanıyor diye
düşünmedim de değil. Ama hiçkimse senin gibi inanmış anlatmıyordu. Biliyorum
karşımda büyük bir kumarbaz var. Şöhretin senden birkaç adım önde geliyor, iyi
bir kumarbazda olması gereken özelliklerden biridir iyi yalancılık. Ama ben senin
yalan söylediğine inanmıyorum...” Kafayı yemek üzereydim. Kızarmaya başladım ve
Sunay’ı asla kızarmış görmediğim aklıma geldi. Konuşursam kendimi ele
vereceğimi ve Sunay’ın hapse girebileceğini hissediyordum.
“...
Dünyanın başka bir gezegenin cehennemi olduğunu ve senin buraya diğer gezegende
kumarbaz olduğun için işlediğin günahların bedeli olarak atıldığını
söylemiştin. Şimdi de kumara devam ediyorsun. Bu yeteneğini önceki hayatından
kalma olduğunu düşünüyorsun ama günah işlemeye devam da ediyorsun. Peki bu reenkarnatif
gezegen transferlerin, sen kumarı bırakmadıkça son bulmaz değil mi?”
Korktuğum
başıma geldi ve bana bir soru sordu. Sunay acaba gerçekten böyle mi
düşünüyordu? Acaba deli deriz diye mi bu güne kadar hiçbirimize söyleyememişti
bunları? Arife gözlerini gözlerime öyle dikmişti ki, retinamın acıdığını
hissettim. Pısırıkça başımı evet manasında yukarı aşağı salladım ve sadece
kendimin duyabileceği bir sesle “Evet” dedim.
“Seni
cennete göndermenin yolu kumarı bıraktırmak Sunaycım” dedi “Ve bunu
başaracağız. Sayende günlerdir ben de dünyaya neden gönderildiğimi düşünüp
duruyorum. Acaba hangi günahımdan dolayı. Belki dünya kumarbazlar cehenemidir? Olamaz
mı ha? Hapishanelerde işlediğin suça göre koğuşa atıldığına göre belki bu
gezegen transferleri de böyledir. Bu konuyu iyice bir düşünelim ve gelecek
seansta konuşalım; bugünlük bu kadar yeter. Çarşamba günü bekliyorum” dedi ve
beni gönderdi. Kaçar adım uzaklaştım ve koşar adım Sunay’ın yanına gittim.
Yüzünde kendini beğenmiş bir gülümseme vardı. “Yedi di mi?” dedi. “Yedi
yemesine de, oğlum neler anlatmışsın. Ne gezegeni, ne cehennemi?”
Sunay’ın
bir anda rengi attı ve “Yememiş”, dedi. İlk kez biri yememişti.
Diğer gün
ikinci dersin ortasında okula polisler geldi ve Sunay’ı götürdüler. Üç ay yattı
çıktı. Sonra uzun aralıklarla birkaç kez daha içeri girmişliği de oldu. İşin ilginç yanı ise Koray’ın Sunay’dan
daha kanunsuz biri olmasıydı. Otuz yaşına geldiğinde sanat eseri kaçakçılığından
Koray’ı yakalayanlara ya da yerini bilenlere CİA bir milyon dolar ödül koymuştu
ve interpol kırmızı bültenle aranıyordu. Tabi Sunay’la ben belirli aralıklarla
ajanlarca yakalanıyor ve DNA örneği verip ayakkabılarımız çıkarttıktan sonra
hayatımıza geri dönüyorduk.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder