
Ergenliğim boyunca hep aynı şeyi duydum ‘’ Daha uzarsın… Takma kafana… Erkekler yirmi dört yaşına kadar uzar… ’’ ama uzamadım. Ortaokulda da, lisede de boy sırasında sonuncu hep bendim. Boyumdan olacak ki hep ön sıralarda oturtuldum. Kısalığım hayatım boyunca bir kez işe yarayacak askere gidemeyeceğim diye sevinirken ‘’Üç santimden bir şey olmaz’’ deyip askere de gönderdiler. Cüce değil, sadece kısa boyluyum. Orantılı bir vücuda sahibim. Kısa ve zayıf bir adamım. Dar omuzlarım ince kol ve bacaklarım var. Aynı babam gibi, dayım gibi.
Annem de babamda benim gibi minyon insanlar. Baba tarafımda da, anne tarafımda da bir metre yetmiş santimetrelik kimse yok. İkisi de aynı köylüler. Nedendir bilinmez bütün köy minyon insanlardan oluşuyor. Kendimi normal hissettiğim tek yerde bayramdan bayrama gittiğim köyüm sadece.
Askerden dönünce yine bizim köyden bir kızla görücü usulü ile evlendirildim. Benden birkaç santimetre kısaydı. Masmavi gözleriyle, gözlerime dik dik bakışını hatırlıyorum, ’’Şehre gideceksek evlenirim seninle, yoksa bu iş yatar.’’ demişti beni ilk gördüğünde. Yazmasının altından kumral saçları gözüküyordu. İnce telli, uzun, düz saçları vardı. Beni köyden kaçış fırsatı olarak görüyordu ve ben bunu hiç umursamamıştım. Benim gönlümdeki ise başka bir kız vardı. Adı Leyla’ydı; benden daha uzun ve çok güzeldi. Onunla evlenemeyeceğimi kabullendiğimden bu mavi gözlü kızla evlenmemen için hiçbir sakınca yoktu. ‘’Bayramdan bayrama geliriz köye.’’ dedim. Gözlerinin içi güldü. Yanağıma bir öpücük kondurup koşarak evine gitti. Hayatımda ilk kez bir kız beni böyle öpmüştü.
Mavi gözlü kumralı kızın adının adı Fatoş imiş. Gözlerinden dolayı annesi, babası ve arkadaşları ‘’maviş’’ dermiş. Ben ise hep Fatoş dedim. Maviş demek hoşuma gitmedi. O da çok umursamadı ne dediğimi. Fettan fettan bana bakıp ‘’ İçinden nasıl geliyorsa öyle de. ’’ dedi. Fatoş’u anlatacak en iyi kelime kesinlikle fettandı. Mavi gözleri ile derin derin baktığı her an içimden bunu geçirirdim. Nişanlılığımızda da evliliğimizde de tüm fettanlığı ile her istediğini bana yaptırdı.
Akan zamanla beraber evlendik ve şehre taşındık. Ben babamın desteği ile İstanbul’un varoşunda, Sarıgazide, bir manav dükkanı açtım. İşim fena değildi. Para kazanıyordum, evde de huzurlu gibiydik. Daha önce hiç İstanbul’a gelmemiş olan Fatoş şehri gezmek için çok hevesliydi. Koca İstanbul insanı yutar. Bunu bildiğim için tek başına gezmesine izin vermiyordum. Her gün işe gittiğim için Fatoş’u gezdiremiyordum da. Eve geldiğimde ise canının çok sıkıldığından bahsediyor ve gezmek istediğini söylüyordu. Bir akşam gözlerini gözlerime dikti ve ‘’Bir çırak almalısın, çok yıpranıyorsun; zaten çok zayıfsın.’’ dedi. Mavi gözlerini gözlerime kilitlediği zaman hiçbir isteğini reddedememiştim hemen bir köylümün çocuğunu çırak olarak işe aldım. Hafta sonları ve okul çıkışlarında geliyordu dükkana.
Akıllı bir çocuktu çırağım. Parayı da seviyordu. Ondandır ki dükkana gelip gitmeyi seviyordu. Aradan bir ay geçtikten sonra ben de çocuğa güvenmeye başladım. Bazı akşamlar dükkanı ona emanet edip eve erken bile döndüğüm oluyordu. Çırağıma güvendiğimi anlayan Fatoş artık beraber İstanbul’u daha çok gezmek istediğini söyledi.
Henüz evleneli beş ay olmuştu ve ilk kez karımla el ele İstanbul ‘u geziyordum. Önce beraber Sultanahmet’e gittik. Yerebatan sarnıcını gezdik. Mavi gözlerinin içi gülüyordu. Eve gidene kadar yol boyunca bana teşekkür etti. Elimi hiç tutmadığı kadar sıkı tuttu. Belki de beraber geçirdiğimiz en mutlu günümüzdü. Bir ay boyunca her gün ‘’Beni gezdir n’olur’’ deyip durdu. Dükkanı çırağa bırakıp gittiğimi duyan babam ise bana çok sert çıkışmıştı, ondandır bir ay bekletmek zorunda kaldım Fatoş’u.
İkinci gezmeye çıkışımızda Gülhane parkına gittik. Hayatı boyunca köyünden hiç çıkmamış olan Fatoş, İstanbul’un büyüleyici güzelliği karşısında şaşakalmıştı. Bir ay sonra beraber vapura bindik, martılara yem attık, kız kulesine bakarak çay içtik. Çayını yudumlarken gözlerimin içine içine baktı ve ’’Ben bugüne kadar yaşamamışım, dünyaya bir kez geliyoruz. Her şeyi görmek, her şeyi yaşamak lazım’’ dedi, sesi heyecanını ele veriyordu.
Her geçen gün Fatoş üzerindeki köylü kızı kimliğinden kurtuluyordu. Henüz İstanbul’a taşınalı iki yıl olmasına rağmen hem giyinişi, hem de duruşu kırk yıllık İstanbullu gibiydi. Artık eskisi gibi şiveli de konuşmuyordu. Doğma büyüme İstanbullu olan ben bile Fatoş’un yanında kendimi köylü gibi hissediyordum.
Bayramlarda köye gittiğinde ise arkadaşlarına ve akrabalarına ‘’Bizim İstanbul da…’’ ile başlayan cümleler kurarak gezdirdiğim yerleri anlatıyordu. Fatoş’un geçirdiği değişiklik sadece beni değil tüm köyü etkilemişti. Sonradan duydum ki eskiden ‘’maviş’’ dedikleri Fatoş’a artık ‘’İstanbullu’’ diyorlarmış.
Bir gün köyden bir arkadaşı hastaneye gelmeyi bahane ederek İstanbul’a geldi. Köylümüzdür dedik ve elimizden geldiğince iyi şekilde ağırladık. Oturma odasındaki ikili kanepede yan yana oturduklarında bende her şeyin farkına vardım. İki yıl çok değiştirmişti Fatoş’u.
İstanbul korkunç bir canavardır aslında. Herkes yedi tepeli şehir der; bence yedi başlı canavardır. O canavar beni korkutmuş, sindirmişti. Sarıgaziden mümkün olduğunca dışarı çıkmıyordum. Denizi görmeden ölen İstanbullular var derler ki doğrudur. Çoğu kimse yaşadığı semtten dışarı çıkmaz. Üç yıllık İstanbullu olan Fatoş ise şehrin tüm semtlerini biliyor gibiydi.
Yeni İstanbullu Fatoş artık kendi başına gezmeye çıkıyordu. Akşam ben gelmeden evde oluyordu sadece. Nereye gittiğini sorduğumda ise uzun uzun trafikten, karmaşadan bahsediyor ve her zaman bir işi olduğunu söylüyordu. Tek başına gezmesini istemediğimi söylediğimde ise derin mavi gözleri ile gözlerime baktı ve ‘’Ben artık eski köylü kızı değilim.’’ dedi. Meğer o bakışları bana her şeyi anlatmış; ama ben anlamamışım.
Elimize geçen para azalınca Fatoş ‘’ Çırak para yürütüyor olmalı, çıkart onu işten’’ dedi. Haklı mıydı, haksız mıydı bilemiyorum ama çırağı işten çıkarttım. Çırağı işten çıktıktan bir hafta sonra fark ettim ki; çok iş yapıyormuş bizim çırak. Artık sabah erkenden dükkanı açıyordum ve tüm işleri tek başıma yapıyordum. Zayıf bedenim çok yıpranıyordu. Eve gider gitmez uyuyordum.
Bir gün dükkanda çok hastalandım. O kadar çok öksürdüm ki; ciğerlerim parçalanıyor zannettim. Baktım ki olacak gibi değil, dükkanı kapatıp eve gitmeye karar verdim. Kapıyı anahtarımla açtım ve yatak odasına doğru yürüdüm. Öyle yorgun ve bitkimdim ki bir gün uyumak istiyordum. Yatak odasının kapısı aralıktı, kapıyı açtım ve Fatoş’ u bir adamla yatakta çırılçıplak gördüm.
Şaşkındım, afallamıştım. Ne yapacağımı bilemeden kapıdan onlara baktım birkaç saniye. Soğuk sessizliği adam bozdu,’’Maviş’’ dedi ve gözlerini benden çekip Fatoş’a baktı. Fatoştan bir şeyler duymak istiyor gibiydi. Fatoş ise mahcup gözlerle bana bakıyordu. O mavi gözleri ilk kez böyle görmüştüm. Mahcubiyet hiç yakışmıyordu o derin mavi gözlere. Benden bir hareket bekler gibi bakıyordu. Çok hasta olmama rağmen kendimi toparladım ve bir anda okkalı bir küfür edip adama saldırdım.
Yataktaki adam ona yumruk atmama izin vermedi ve beni itti. Yataktan hızlıca kalktı ve bana doğru saldırmaya başladı. Karşımda yaklaşık bir metre seksen santim boyunda, geniş omuzlu, çırılçıplak, azman gibi bir adam vardı. Kendimi toparlayıp bir kez daha saldırdım ama gözüme yediğim yumruk ile kendimi yerde buldum. Yerdeyken Fatoş’un yataktan kalkmış giyinmeye çalıştığını görüyordum. Adam ise hala karşımda çıplak duruyor ve benden bir hamle bekliyordu. Gözlerimi adamın gözlerine kilitleyip yavaş yavaş doğruldum. Bir kez daha küfür ettim ve adama doğru bir yumruk salladım. Karşımdaki çıplak adam o kadar güçlüydü ki yumruğumu bir el hareketi ile çevirip burnuma bir yumruk attı. O an burnumun kırıldığını hissettim. Yerde yatarken aldatılmış olmanın bana verdiği haklılıkla önce Fatoş’a sonra da adama bir kez daha küfrettim. Bunu duyan adam delirmiş gibi bana yumruk atmaya başladı. Birkaç dakika sonra bayıldım sanırım.
Gözlerimi aralık olarak açtığımda adamın sesini duyar gibiydim. Artık giyinmişti ve hem bana hem de Fatoş’a küfür ediyordu. Sonra tekrar bayılmışım.
Ayıldığımda saat gece yarısını geçiyordu. Yaklaşık on iki saattir yerde yatıyordum ve ayağa kalkacak halim yoktu. Üstüm başım kan olmuştu, gözlerim mosmordu. Kaburgalarımda, sırtımda morartılar vardı. Sabaha kadar yerde acılar içinde yattım.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder