Küçükken yazları mahalledeki tamirhanede çalışırdım. Oranın emektarı Muzaffer amca vardı. Otuz iki yıldır aynı işyerinde çalışırdı. Duydum ki ölene dekte aynı dükkanda çalışmaya devam etmiş. Dükkanın sahibi, öz oğluna güvenmez Muzaffer amcaya güvenirdi. İşinde iyi, sessiz ve sakin bir adamdı. Beni yanına çırak olarak verdiklerinde ise bana işi öğretmekte hiç istekli olmadı. ‘’Bak, izle, öğren’’ derdi hep. Üç ay boyunca bana hemen hiçbir şey öğretmedi. Sadece çay taşıdım ona. Okulun başlamasına az bir zaman kala ise ‘’İki çay kap, gel yanıma delikanlı’’ dedi. Yanına gittiğimde;
‘’ Bak oğlum yarın okulun başlayacak, sana bir iki tavsiyem var. İş hayatı farklıdır. Ben burada sana işimi öğretmedim biliyorsun. Çünkü öğrensen liseyi bırakıp bu işe başlayabilirdin. Daha genç olduğun için benden daha çok iş yapardın, daha az paraya çalışırdın. Patronunda bana ihtiyacı kalmazdı. Beni kovar, seni alırdı. İş hayatında şunu asla unutma; iş arkadaşlarınla arkadaşlığın, iş arkadaşlığından daha ileriye gitmemeli.
Kendine şu hayatta bir ya da iki iyi arkadaş seç. Yardıma ihtiyacın olduğunda sana yardım edebilecek, yardıma ihtiyaçları olduğunda senin yardım edebileceğim iyi kalpli, dürüst insanlar olsunlar. Ama sakın bu arkadaşların, iş arkadaşların olmasın. İş hayatı bencilliği gerektirir. İyi arkadaşlar, kendisi kadar arkadaşını da düşünmelidir. Eğer iş hayatında kendini düşünmezsen ya işsiz kalırsın ya da ölene kadar çırak kalırsın.’’
Bu sözleri ilk duyduğumda çok anlamıştım. Liseyi bitirdim, askerden geldim ve bir devlet dairesinde işe girdim. Sıradan bir memurken arkadaşım sandığım birinin ihanetine uğradım ve kendimi yerin iki kat dibinde, arşivde, buldum. İşte o gün Muzaffer amcanın sözlerinin manasını anladım. ‘’ Ekmek aslanın ağzında; iş yerinde kimse, kimseyi tanımaz’’ , demişti. Haklıymış.
Ben Volkan, otuz iki yaşındayım, yeni evlendim ve bir arşiv çalışanıyım. Yerin iki kat altında güneş yüzü görmeden çalışan beş kişiyiz burada. Gerek mekanın kasvetinden, gerekse yaptığımız işin tekdüzeliğinden olsa gerek; benzi sarı, kafası karışık, elleri dosyalarla dolu beş kişi. Arşiv kağıtları nasıl sarı ise; bizimde gözbebeklerimiz ve tenimiz o derece sarı. Bazı kış günleri güneş yüzü görmediğimiz haftalar olur.
Seniha hanım, ellili yaşlarının başında olsa gerek, müdürümüz. Murat ve Kamil beyler ise ellili yaşlarının sonlarında olmalılar. Yıllardır terfi alamamış memur olarak kalmış iki adam. Biri siyasi seçiminden ötürü; öteki ise memleketi ve meshebi yüzünden bu arşive atılmış iki zavallı. Az konuşan, işini iyi yapan, sessiz insanlar. Haklarında tek bildiğim memleketleri, oy verdikleri partiler ve kaç çocukları olduğu. Ne birinin evine gitmişliğim var; ne de iş dışında iki kelime sohbetimiz. Çalışma arkadaşlarımdan beni en çok tedirgin eden ise Birol. Bakışlarının donukluğu, konuşurkenki çok içten tavırları ve yüzündeki o yapmacık gülümsemesi ile beni çok rahatsız eden bir yanı var.
Aramızda buraya sürülmeyen tek kişi kendisi. Benden birkaç yaş büyük sanırım, hakkında hemen hiçbir şey bilmiyorum. Sadece ben değil, kimse bilmiyor. Beş iş arkadaşı olarak hepimiz yalnızız ama aramızda en yalnız olan Birol.
Benim çalışma masamda eşimin bir fotoğrafı var. Diğer arkadaşlarında masalarında ailelerinin fotoğrafları var. Hatta Seniha hanımın panosunda, torunun çizdiği, dağların arasından akan bir nehrin yamacına kurulmuş köy evi resmi var. Hemen her çocuğun çizdiği, hiçbir karakteristik özelliği bulunmayan o sıradan resim. Birol’un masasında ise hiçbir resim yok. Çok düzenli ve tertipli; aynı zamanda hakkında hiçbir ipucu barındırmayan sıradan bir masa.
Arşivcilik, insanı yiyip bitiren bir iştir. Dosyalar çok ağırdır, her dosyanın düzenlenmesinin hem de düzenlenmiş dosyaların dolaplara yerleştirilmesinin çok ağır bir matematiği vardır. Yapılacak bir hata tüm yıllık çalışmanın heba olmasına neden olabilir. Mesai bittiğinde kendimi eve zor attığım çok olur, hatta bazen yemek bile yemeden uyuyakalırım. Bu yorgunluk diğer arkadaşlarımız içinde geçerlidir. Sadece Birol hariç. Her ne kadar geçmişi ve ailesi hakkında hiç konuşmasa da sosyal faaliyetleri hakkında bazen bir şeyler anlatır. Donuk bakışlarıyla gözlerinizin içine bakar ve heyecanlı heyecanlı o akşam neler yaptığını anlatır. Bazen arka ayakları felç olmuş bir kanişe yaptıkları tekerlekli sandalyeyi, bazen de çocuk yuvasındaki bir çocuğun yaptığı komik bir şakayı. İşte o anlarda Biroldan nefret ederim. Aynı işi yapmamıza rağmen, hatta o benden daha çok çalışmasına rağmen bu kadar enerjiyi nasıl buluyor şaşarım.
Birol’un yıllardır aksatmadığı bir programı vardır ve panosundaki küçük bir kağıtta yazar. Pazartesileri ve çarşambaları iş çıkışlarında çocuk yuvasına gider ve çocukların derslerini yapmasına yardımcı olur. Salıları hayvan barınağına gider ve hayvanlarla ilgilenir. Hatta benim idare ettiğim bazı öğlen tatillerini de hayvan barınağına gider ve hayvanlara bakar. Perşembeler ve cumaları huzur evine gidip yaşlılara kitap okur. Hafta sonları ise akşama kadar ziyaretçisi, refakatçisi olmayan hastalara bakıcılık ve arkadaşlık yapar; akşamda geceye kadar yine hayvan barınağından çalışır. Bu temposunu hiçbir zaman aksatmaz. Hatta bu işleri de gösteriş olsun diye yapmadığından eminim. Yoksa aldığı plaketleri masasının üstüne koyabilirdi. Arada sırada sırf konuşma olsun diye bana anlattığı anıların çok daha fazlasının herkesle paylaşabilirdi. Eminki bu yaptıkları bilinse herkesin takdirini toplar ve bu arşiv denilen bataklıktan kendisini kurtarabilirdi.
İçimde belki de anlamamanın verdiği bir kuşku yatıyordu bu adama karşı. Bir insan bu kadar iyi olabilir miydi? Bu adam hiç uyumuyor muydu, hiç yorulmuyor muydu? Beraber çalıştığımız ve haftanın beş günü yüzünü gördüğüm bu adam hiç mi sinirlenmezdi? Hiç mi gergin bir an yaşamazdı? Polyana gibi miydi yoksa Süpermen gibi mi? Tüm bu sorular beynimi kurcalarken en çok merak ettiğim nokta şuydu; bir insan nasıl bu kadar iyi olabilir?
Bir gün Lösemili Çocuklar Vakfından bir yetkili geldi ve Birol beyle görüşmek istediğini söyledi. Gelen adamı Birol’un yanına bırakıp dosyaların arasına gömüldüm. Bir yandan dosya ile ilgilenir gibi görünüyor diğer yandan da gelen yetkili ile Birol’u izliyor ve dinliyordum. Adamın gerek vücut dilinden, gerekse ses tonundan minnettar olduğu aşikardı. Birol yaklaşık olarak bir yıllık maaşı tutarında bir yardım yapmıştı derneğe. Dernek yetkilisi de bağış yapanlar için düzenlenecek geceye gelip, diğer bağış yapanlarla beraber plaketini almasını istiyordu. Birol ise beni çıldırtan aşırı içten konuşmasıyla bir yandan da panosundan aldığı küçük program kağıdını göstererek ,‘’Kusuruma bakmayın beyefendi. Perşembeleri ve cumaları huzur evinde gönüllü olarak çalışıyorum. Davetinize katılmayı çok isterdim ama siz bana plaketimi gönderirseniz çok sevinirim’’ dedi. Dernek yetkilisi şaşkındı. Nazikçe Birol’ün elini sıktı ve müsaade isteyip yanından ayrıldı. Açıkçası ben dernek yetkilisinden de şaşkındım.
Bir hafta sonra bir Birol’e bir kargo geldi. Paketi açan Birol plaketi gördü, yüzünde en ufak bir tebessüm dahi olmadan plaketi aldı ve çantasına koydu. Deli miydi bu adam? Tamam yaptığın iyiliklerin bilinmesini istemiyorsun ki bunu çok anlamasam da saygı duyuyorum ama nasıl bir insan aldığı bu plaket karşısında küçük bir tebessüm bile yaşamaz? Piskopat mı bu adam? Deli mi? Ruh hastası mı? O an aklımdan binlerce soru geçmeye başladı. Daha önce de bir şeyler gizlediğinden kuşkulandığım bu adam eminin ki içinden kocaman bir sır ile yaşıyordu.
Akan zamanla beraber içimdeki şüphe de büyümeye başladı. Zaten son derece resmi olan iş arkadaşlığımız ise devam ediyordu. Bazı öğlen aralarından bir saat kadar önce göz göze geliyorduk. ‘’ Ben idare ederim’’ manasında başımı sallıyordum. O da öğlen arasında da bir hayır işi yapıyor ve mesainin ikinci yarısına bir saat kadar geç kalıyordu.
Bazen iş yerinde dosyalarla uğraşırken; bazen belediye otobüsü ile eve dönerken camdan dışarı bakarken; bazen de televizyon izlerken aklıma hep Birol geliyordu. Bu adamın nasıl bir hayatı olduğunu, nasıl bir çocukluk, nasıl bir gençlik geçirdiğini çok merak ediyordum. Annesini, babasını, varsa akrabalarını…
Rutin bir hayat sürüyordum. İş ve ev arasında mekik dokuyordum. Hafta sonları ise tek eğlencem sabah yatakta biraz tembellik etmekten ibaretti. Ne ülkenin gidişatı, ne Avrupa Birliği, ne de Türksel Süper Lig umurumda değildi. Fakat her ne kadar insan düşünmek istemese de düşünür ya. İşte o anlarda ben hep Birol’u düşünüyordum. Kafamda yaşadığı yeri ailesini hayal ediyordum. Eşime, akrabalarıma, arkadaşlarıma hep Birolden bahsediyordum. Bir gün yine eşime Birolden bahsederken bana döndü ve dedi ki; ‘’ Büyük bir günahı var bu adamın, yoksa kimse bu kadar iyi olmaz. İşlediği ve sonradan pişman olduğu o büyük günahtan kaçmak için iyilik yapıyor. Yaptığı iyiliklerle Allahtan af diliyor.’’ Her ne kadar eşimi çok zeki bulmasam da söylediği aklıma yatmıştı. Büyük bir günah. Acaba hangi büyük günahı işlemişti de hayatını iyiliğe adamıştı.
Günaha inanan bir adam Allah’a inanıyor demektir. Benim gözlemlediğim Birol de ise dindar hiçbir davranış görmedim. Ne oruç tutar, ne namaz kılar. Bende namaz kılmam ama arada cumaya giderim. Birol’ü hiç cumaya giderken de görmedim. Büyük bir günah işlemiş ve Allahtan korkan bir adam nasıl ibadet etmez? Belki Müslüman değildir diye düşünmeye başladığım ama farklı bir dinden ya da meshepten olduğuna dair elimde hiçbir ipucu yoktu. Bir gün arşive sürülme nedeni meshebi olan Kamil beye Birol’u sorduğumda ‘’Bizden değil’’ dedi. Kimden o zaman bu adam? Sakladığı sır neydi? Bekar olsam, akşam eve dönmem gerekmese –eşim hamile- ben Birol’u kesin takip ederdim.
Acaba bir tanrıtanımaz aynı zamanda iyi bir insan olabilir mi? Ahiret inancı olmayan bir adam neden iyilik yapsın ki? Hadi iyilik yapabilir bunu biraz anlayabiliyorum. Daha iyi bir dünya için elbette iyilik yapabilir ama Birol’un yaptıkları iyilik sınırını zorlayan şeyler. Bu adam hayatını hayır işlerine adamış durumda. Belki de kendini önemli hissetmek için yapıyordur? Yaptığı tüm işler çok anlamlı işler. Kendini adamışlığı, özveri gerektiren uğraşlar.
Kafamdaki sorular arttıkça merakımda artıyordu. Bir salı günü eşimi annesine gönderip iş çıkışı Birol’u takip ettim. Gerçekten de panosunda yazan küçük kağıtta olduğu gibi iş yerine yakın olan hayvan barınağına gitti. Oradaki gönüllülerle son derece resmi bir şekilde selamlaştıktan sonra köpeklerle teker teker ilgilenmeye başladı. Akşam altıdan on buçuğa kadar hiç ara vermeden köpeklerle ilgilendi. Sonra da bekçiye ‘’ Hayırlı geceler’ deyip yürümeye başladı. Benim takip ettiğimin farkında değildi. Yaklaşık kırk dakika yürüdükten sonra evine gitti. Bende bir taksiye atlayıp eve döndüm. Yol boyunca kendimi çok kötü hissettim. Haksızlık mı yapıyordum acaba Birol’e. Adam sadece iyiydi. Sadece iyi.
Sıradan bir iş günü hepimiz dosyalara gömülmüşken; bir an da bir ses duyduk. Bir çarpma sesi. Hemen sesin geldiği yere gittiğimde Birol’u yerde sapsarı olmuş ve titrerken gördüm. Arşivde çalışan herkesin yüzü sarıdır ama o an Birol’un yüzü altmış yıllık bir kağıt kadar sarıydı. En üst raftan bir dosya alırken adlındaki merdiven kaymış olmalıydı. Yaklaşık üç metreden yere düşmüştü ve en büyük şansı kafasını yere vurmamış olmasıydı. Elindeki dosya, kafası ile yer arasında kalmış ve darbenin gücünü azaltmıştı. Apar topar Birol’u hastaneye götürdüm. Doktor röntgen çekip, tetkik ettikten sonra merak edilecek bir durum olmadığını söyledi. Beyin kanaması riskine karşılık bu gece uyumamasını önerip bizi gönderdi.
Olayın üzerinden birkaç saat geçmiş olmasına rağmen Birol son derece iyi gözüküyordu. Bana teşekkür ettikten sonra çantasını almak için beraber iş yerine döndük. O yapmacık gülümsemesi ile çok iyi olduğunu söyledi, çantasını aldı ve tam gidecekken Birol’un koluna sarıldım. ‘’ Birol bırakmam bize gidiyoruz, doktor beyin kanaması tehlikesinden bahsetti, yalnız yaşayan bir adamsın. Bize gel beraber sabaha kadar otururuz, sabahta işe gideriz’’, dedim. Dürüst olmak gerekirse Birol’un hayati tehlikesini umursuyordum ama bütün gece Birol’ü gözlemleme fikri de bana harika geliyordu. Her ne kadar mırın kırın etse de inatçı olduğumu gösterdim ve ikna etti. Önce Birol’un evine temiz kıyafetler almaya gidecektik, oradan da bize geçecektik. Bu plan beni çok daha mutlu etmişti. Birol’un evini de görebilecektim.
Beraber işten çıktık ve Birol’un evine gittik. Evi de aynı iş yerindeki masası gibiydi. Tertemiz ve düzenli. Duvarlarda hiçbir resim yoktu. Eve sadece uyumak için geldiği besbelliydi. Küçük bir televizyonu; hayvanlar ve çocuk psikolojisi hakkında yazılmış birkaç kitabı vardı. Televizyonu koyduğu dolabın altındaki rafta da daha önce aldığı plaketleri gördüm. Hepsi kapalı durum üst üste konmuştu. Hızlıca kendine bir çanta hazırladı ve beraber bizim eve gittik. Eşimin hazırladığı yemeği yedik ve televizyon izledik. Birbiriyle çok zaman geçirmiş olmasına rağmen birbirini tanımayan ve ortak noktaları az olan iki kişiydik. Konuşacak konu bulamıyorduk ve sabah kadar beraber oturacaktık. Eşime Birol’un yardımsever kişiliğinden daha önce bahsettiğim için eşim sohbet açtı ve eşime yaptıklarını anlatmaya başladı. Yine suratına o yapmacık gülümseme gelmişti. O yapmacık gülümsemeyi gördüğüm her an bu adamdan nefret ediyordum. Saat gece yarısına yaklaştığında eşim müsaade isteyip yatmaya gitti. Bende uykumuz kaçsın diye kahve yaptım ve beraber televizyon izlemeye başladık. Yaklaşık iki saat kadar bir kelime bile etmeden televizyon izledik.
‘’Kendini nasıl hissediyorsun?’’ diye sorduğumda saat gece üçü gösteriyordu. ‘’Çok teşekkür ederim, çok iyi hissediyorum’’ dedi Birol; o nefret ettiğim gülümsemesi ile. İşte o an hiç planlamadığım bir şey yaptım ve gayet tok bir sesle onu sorgularcasına sordum,
‘’Neden?’’Sorumu duyan Birol bir anda afalladı. Gözlerini açıp bana baktı ve daha önce yüzünde görmediğim bir sert bir ifade ile,
‘’Ne neden?’’ dedi. Sorum Birol’u savunmasız yakalamış olacak ki bir anda savunmaya geçmişti.
‘’Tüm bu yaptığın yardım çalışmaları neden?’’
‘’Birilerinin bunu yapması gerekli. Yardıma ihtiyacı olanlara yardım ediyorum. Bunda yanlış olan ne var ki?’’ Sesi hala gergindi.
‘’Yardım sever olmak elbette yanlış bir şey değil ama neden bu kadar çok fazla yaptığını anlayamıyorum’’
‘’Gücüm ve zamanım var. İstersen sen de yapabilirsin. Mesela yaşlılar ile sohbet edebilirsin ya da senin matematiğin iyidir, kimsesiz çocuklara matematik dersi verebilirsin.’’ Sakinleşmişti Birol.
‘’Birol’’ dedim, yine sesim onu yargılarcasına çıkıyordu.’’Benim bir ailem var, hamile bir eşim var, benim bir hayatımda var, ama senin bir hayatın yok’’ özellikle son cümlemi tamamen Birol’u tahrik etmek için söylemiştim
‘’Benim de bir hayatım var!’’ dedi. Sesi yine sert çıkıyordu. Eşimi uyandırmaktan çekindiği için ses tonunu kontrol ederek devam etti ‘’ Kimsesiz çocuklar, yaşlılar, hastalar hatta barınaktaki köpekler. İşte onlar benim hayatım’’
Söylediklerinin hiçbir kelimesi beni etkilemişti. İçimden bir his eteğimdeki tüm taşları dökmemi söylüyordu. ‘’ Bir şeyler gizliyorsun, bir şeyler kaçıyorsun, yaptığın tüm iyiliklerin bir sebebi olmalı. Dindar biri olsan yaptığın iyilikleri anlayacağım ama dindar da değilsin. Ne ailen var ne de arkadaşın. Söyle bana nesin sen? Söyle ne gizliyorsun?’’ kendimi kaybetmiştim. Karşımda oturan Birol’u azarlıyor hatta sorguluyordum.
‘’Beni bunları öğrenmek için mi evine çağırdın? Yazıklar olsun sana! İşte bu sebepten hiç arkadaşım yok!’’ dedi, sakince ayağa kalktı ve çantasını toparlayıp gitti. Kullanmadığı senelik iznini kullandı ve üç hafta işe gelmedi. İşe geldiği günde genel müdür ile görüşüp görevinin değiştirilmesini istemiş. İki gün sonra masasını toplayıp yani odasına geçti.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder